Ahmed Mahmud Ucac
Lübnanlı yazar
TT

Politika ve Ekonomi: Demokrasi Mücadelesi (1)

Batı’da demokrasinin sorunlarını çözemeyeceğine dair baskın bir his var. Bir kamuoyu araştırmasına göre İngiltere’deki seçmenlerin dörtte biri otokratik bir hükümdarı tercih ediyor. Bu duygu dünyayı kasıp kavuruyor gibi görünüyor ve bunun delili demokratik hükümetler düşüş kaydederken, otoriter hükümetlerin yükselmesidir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in Batı demokrasisinin bir başarısızlık olduğunu ve kendi modellerinin ise en iyisi olduğunu söylemeleri tuhaf değil. Tuhaf olan şey çok sayıda Batılı vatandaşın onlara hayranlıkla bakması. Donald Trump’ın konuşmalarında yeniden başkan olursa sadece iki gün otoriter olacağıyla övündüğünü görüyoruz çünkü bu kısa süre içerisinde demokratik kurumların yapısını ABD halkına değil kendisine hizmet edecek şekilde değiştirecek.

Burada çok büyük bir ikilemle karşı karşıyayız; o da özgürlüğün kendi zıttını doğurması ve insanların çözüm arayışında krizlerini derinleştirecek bir çözümü seçmeleridir. Ancak kaçınılmaz soru şu: Özgür bir vatandaş neden kendisini özgürlüğünden mahrum bırakan bir hükümeti seçer? Atalarının zorlanmadan ulaşması için yüksek bedeller ödediği demokrasiye neden sırt çeviriyor? Cevap kaçınılmaz olarak ekonominin siyasete karşı zafer kazanmasında yatıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal demokrasiyi deneyimleyen Batılı vatandaş, sosyal demokrasinin kendisine eskiden sahip olduğu ekonomik refahı, istikrarı ve güvenceyi artık sağlamadığını kendi gözleriyle görüyor. Küresel ekonomik sıralamada altıncı sırada yer alan İngiltere’de yoksullar, hayırseverler tarafından finanse edilen gıda bankalarına bağımlı. Batı demokrasilerinde olduğu gibi İngiltere’de de vatandaşın ameliyat olabilmesi için yarım yıl beklemesi ve çocuklarının üniversiteye girebilmesi için borç alması gerekiyor. Düşük gelirli birçok insan yaşayacak konut bulamıyor. İşçilerin haklarının korunmasında büyük gerilemeler yaşanıyor.

Bu değişim, 1970’li yıllarda Başbakan Margaret Thatcher ve Reagan’ın uyguladığı ve temeli, piyasayı siyasete tercih ederek siyasi yapıyı değiştirmek olan neoliberal sisteme kadar uzanıyor. Piyasanın istihdam yaratabilmesi, üretimi artırabilmesi, bireylerin refah düzeyini yükseltebilmesi için serbest bırakılması ve kısıtlanmaması gerekiyor. Bu teori kaçınılmaz olarak sermayeyi kısıtlayan yasaların kaldırılmasını, devletin vatandaşa temel ekonomik ve sosyal hakları güvence altına alma yükümlülüklerinden çekilmesini ve bunların yerine piyasanın istediği zaman verdiği veya geri çektiği zorunlu olmayan faydaların getirilmesini gerekli kılmaktadır. Böylece çalışan vatandaş, devlet veya sendikalardan koruma almamış oluyor. Thatcher sendikaları büyük ölçüde zayıflattı çünkü bunların işverenlerin hareketini engellediğine ve onlara grev silahı tehdidi altında yüksek düzeyde ücret artışı gibi mali yükümlülükler yüklediğine inanıyordu. Thatcher ayrıca telefon, su ve enerji şirketleri ile diğer fabrika ve kurumlar gibi kamuya ait mülkleri de özelleştirdi ve bunları vatandaşların piyasa fiyatının çok altında bir fiyata satın alabileceği hisselere dönüştürdü. Burada amaç vatandaşı piyasada spekülasyon yapan ve piyasaya entegre olan ekonomik bir insana dönüştürmekti. Ancak bu vatandaş bu hisseleri hızlı bir şekilde ve nispeten daha yüksek bir fiyata büyük şirketlere, bankalara ve serbest yatırım fonlarına sattı. Böylece kendisine makul barınma, sürekli çalışma ve sabit haklar sağlayan kamu mülkleri işçi haklarını azaltarak ve vergi tavanını düşürerek, mali fazlalığı depolayıp vergi alan adamların ulaşamayacağı mali adalara aktararak kârını artıran özel kurumlar haline geldi. Bu, devlet maliyesinde bir azalmaya ve kamu hizmetlerinde bir düşüşe neden oldu. Yardım kuruluşu Oxfam’ın 2023 yılına ilişkin raporuna dayanarak, dünyadaki en zengin insanların yüzde 1’inin, 2021’de elde edilen ve yaklaşık 42 trilyon dolar olduğu tahmin edilen servetin üçte ikisini elde ettiği ortaya çıktı. Ayrıca milyarderlerin servetlerini günde 2,7 milyar dolar artırdığı anlaşıldı. Kuruluş, bu mali servetlere yalnızca yüzde 5’lik bir vergi getirilmesinin 1,7 trilyon dolar tasarruf sağlayacağını belirtti, ki bu da 2 milyar insanı yoksulluk girdabından kurtarmaya yetecek bir miktar. Böylece denklem netleşiyor: Mali güçlerin serbest bırakılması ve zenginliklerini artırması devlet gelirlerinin azalmasına yol açacak ve hükümet, mali açığı kapatmak için piyasadan borç almak zorunda kalacak. Yani mali güçlerin belirlediği şartlara ve risk algılarına göre biçtikleri faiz oranlarıyla borç alacak.

Bu neoliberalizm gökten düşme değil. Bireyin merkezde, toplumun ise kenarda olduğu ideolojik bir yaklaşımdan geliyor. Bu nedenle toplum hakkında soru sorulduğunda Thatcher “Toplum mu? Ne toplumu! Toplum yok, bireyler var” demiştir. Yani devlet, zengin bireylerden yüksek vergiler alınıp bu vergilerin toplumun ihtiyaçlarının karşılanması ve gerekli toplumsal eşitliğin sağlanması için ‘Sosyal Dayanışma Fonu’na aktarıldığı dayanışmacı bir sosyal kavram olarak toplumun refahıyla ilgilenmiyor. Bu yüzden neoliberal teori bireye büyük değer verir, onun arzularını ön planda tutar ve bu nedenle alın teriyle kazandığı sürece ona vergi yüklemez. Onu her türlü yasal engelden kurtarır ve maksimum kar elde etmek için piyasada rekabet etmesini ve daha sonra sosyal yükümlülükler olmaksızın bu kazançlardan yararlanmasını sağlar. Bu nedenle, sermaye sahiplerini ülkede üretim odaklı yatırım yapmaya teşvik etmek için cazip teşvikler ve avantajlar sağlanmalı. Bu, iş fırsatları yaratmalarına, ekonomik büyümeye katkıda bulunmalarına ve böylece devletin güçlenmesine, borçlarını ödemesine ve temel sosyal hizmetleri yerine getirmesine yardımcı olur.

Neoliberalizm yapısı gereği toplum üyelerinin davranışlarını değiştirmeyi amaçlamaktadır. Muhtemelen bunu en iyi şekilde Margaret Thatcher şu sözlerle ifade etmiştir: “Ekonomi benim aracımdır ve amaç insan ruhunu değiştirmektir.” Burada insanın, teknoloji ve piyasaların açıklığı sayesinde küresel bir olgu haline gelen neoliberal kapitalizmin sağladığı yenilenen ve çoğalan arzuları doyurmaya çalışan ekonomik bir insan haline getirilmesi kastediliyor. Böylece gayrimenkul sahipleri, para yöneticileri, fabrika sahipleri, bankalar ve şirketler ile hissedar olan sıradan insanlar, piyasa güvenini kaybetme riski altında politikacıları kendilerini dinlemeye ve arzularını takip etmeye zorlayabilecek ayrı bir ekonomik sınıf haline geldi. Bu, ülke ekonomisinin gerilemesine, yüksek enflasyona, iş kaybına ve kamu borcuna uygulanan yüksek faiz sonucunda kamu borcunun artmasına neden oluyor. Dolayısıyla piyasa demokratik süreçte vatandaş için (tehlikeli) bir rakip haline geldi. Konuşmamız devam edecek.