Eğer Amerikalılara, Irak Hizbullahı'nın Amerikan “Kule 22” üssüne yönelik saldırılarına ve Ürdün'de üç askerin öldürülmesine nasıl karşılık vermeleri gerektiği konusunda tavsiyede bulunan İran'ın kendisi olsaydı, ABD'nin verdiği karşılığın biçimi İranlılar için bundan daha uygun olamazdı.
Suriye ve Irak'taki İran vekillerini hedef almanın bu biçimde gerçekleşeceği büyük bir olasılıktı, fakat saldırılardan önce ve sonra gelen Washington'un İran ile bir savaş istemediğine yönelik Amerikan açıklamaları, İran için bir hediye gibiydi. Zira ABD'nin benimsediği, İran ile doğrudan askeri çatışma yerine, Tahran'ın vekilleriyle çatışmaya odaklanan yaklaşımda hiçbir değişiklik olmayacağına dair güvence veriyordu.
Washington, stratejisinin Ortadoğu'daki gerilimin azaltılmasını ve bölgesel istikrarın İran ile doğrudan bir çatışmaya yol açacak şekilde sarsılmasının önlenmesini sağlayacağına dair elbette bahse girme hakkına sahiptir. Ancak bu bahis önemli bir sorunun üzerinden atlıyor: İran gerçekte ne istiyor?
Daha da önemlisi, bu bahis ABD ile bölgedeki müttefikleri (Araplar ve Arap olmayanlar) arasında varsayılan ortak çıkarların ötesine geçiyor. Oysa onlara zarar veren şey, doğrudan güvenliğini ve çıkarlarını etkilemese bile kendisini ilgilendirmeli.
Gerilimin azaltılması ve istikrarsızlaşmanın önlenmesi üzerine bahis oynamak, İran dış politikasının açık bir bölgesel hegemonya arzusunu yansıttığını göz ardı ediyor. Karmaşık güvenlik kaygıları, ideolojik motivasyonlar doğrultusunda milisler ve vekil güçler aracılığıyla Ortadoğu'da stratejik derinlik oluşturmak istediğini görmezden geliyor. İran'ın Ortadoğu'daki oyunu hesaplı bir oyun ve bu, milisler aracılığıyla bölgedeki konumunu güçlendirmeyi amaçlıyor. Önce Körfez'deki rakipleriyle, ardından İsrail ve ABD ile yüzleşerek bölgesel siyasi, güvenlik ve askeri konularda önemli bir oyuncu olarak kabul ettirmeyi hedefliyor. Aynı zamanda vekillerine verdiği destek, ülke içinde genel olarak Müslümanların, özel olarak da Şiilerin koruyucusu imajını güçlendiriyor ve kendisini Batı etkisine karşı çıkan kampın lideri olarak öne sürmesine yardımcı oluyor.
Buna ilaveten, İran'ın vekiller kullanması ona Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen gibi diğer ülkelerle olan ilişkilerinde nüfuz sağlıyor. Batı yaptırımlarının üzerindeki etkilerini kısmen de olsa etkisiz hale getiren siyasi ve ekonomik avantajlar elde edebileceği bir platform sunuyor. Onu, ABD ile siyasi ve diplomatik yüzleşmede kazanan ülke olarak gösteriyor.
Ayrıca İran, bu milislerin komşu ülkelerdeki varlığı sayesinde, kendisini rakiplerinin tehditlerinden koruyan ve kendisine karşı yürütülen mücadeleleri sınırlarının dışında tutan bir tampon bölge oluşturuyor.
Bu nedenle, ABD'nin gerilimi azaltmayı ve istikrarsızlaşmayı önlemeyi içtenlikle başarmak istediğini varsaysak bile, bu iki şey için çabalamak, İran'ın açıkladığı hedeflerle bağdaşmıyor.
İşin aslı şu ki, İran'ın Amerikalılara yönelik kanlı saldırılara doğrudan destek olmasına karşılık olarak İran'ın vekillerinin maruz kaldığı son saldırılara benzer saldırılar, doğrudan İran'ın çıkarınadır ve çelişkili görünen ama gerçekte birbirini tamamlayan iki anlatıyı güçlendirmektedir.
1- Oldukça ihtiyatlı ve hesaplı olan bu saldırıların ardından İran, yenilmez gücüne ve rakiplerinin bundan korktuğuna dair anlatısı ile övünebilir.
2- Bu saldırılar, İran ve ABD'nin bölge ülkelerinin çıkarlarına aykırı olarak masa altında anlaşmaya vardığının söylenmesi gibi, dünya şartlarına dair komplocu anlayışı güçlendirecek bir role sahiptir.
Her iki durumda da Mollalar rejiminin elde edebileceği faydanın miktarının, bir sınırı yok gibi görünüyor. Bir yanda sömürgecilik ve Batı karşıtı ideolojik söylemi takviye etti, diğer yanda pratik stratejik çıkarlara ulaştı. Bu çıkarların başında şunlar geliyor; milisleri kucaklayan ülkeleri daha da zayıflatmak, eksik egemenlik ve ulusal haysiyetin heder edilmesi sonucunda bu ülkelerin halkları ile yönetimlerinin umutsuzluğa kapılmasını sağlamak, uluslararası politikanın kesişme noktalarının kalıcı bir kurbanı olduklarına fiilen inandırmak.
İran milislerine verilen karşılığın yansıttığı Amerikan saflığının aksine, İran bu anla başa çıkmada olağanüstü bir ustalık gösterdi. Irak Hizbullahı'nın açıklama metninde belirtildiği gibi vekillerine, Amerikan çıkarlarına yönelik saldırıların durdurulduğunu duyurmaları talimatını verirken, aynı zamanda bu milislerin bağımsızlığını vurgulayan (!) bir propaganda kampanyasına öncülük etti. Saldırıların durdurulmasını emreden taraf, ilk etapta saldırıların başlatılması kararından nasıl masum olabilir?
Bu senaryo, doğrudan sorumluluğun kasıtlı olarak gizlendiği İran'ın vekalet savaşının karmaşıklığını gösteriyor. İran'ın stratejisinin yalnızca makul düzeyde inkar edilebilirliği sürdürmeyi amaçlamadığını, aynı zamanda saldırgan olarak tasvir ettiği Amerikan eylemlerine karşı bir itidal ve rasyonellik imajı vermeye çalıştığını da belirtmekte fayda var. Böyle bir anlatının, uluslararası sahnede Amerikan askeri müdahalelerinin gerekçeleri ve meşruluğu konusunda şüphelerin arttığı küresel bir bağlamda büyük yankı uyandırdığı bir sır değil.
İran'ın vekil güçleri tarafından yapılan saldırılara doğrudan destek olmasına rağmen ABD’nin verdiği ve sönük kalan karşılık, İran'ın bölgesel hegemonya ve ideolojik nüfuz arzusunu anlamada ciddi bir eksiklik olduğunu ortaya koyuyor. Keza ABD ile doğrudan çatışma riskinin azaltılmasına paralel olarak kendi çıkarlarını desteklemeye bağlılığının yönlendirdiği eylemlerinin de ciddiyetinin anlaşılmadığını gösteriyor.
Sonuç olarak ABD, İran'a istediğini verdi ve hatta Husi milislerinin ve bazı Iraklı milislerin Amerikan hava saldırılarını takip eden eylemlerinde açıkça görüldüğü gibi, onu daha fazla provokasyona teşvik etti.
Yalnızca İran'ın doğrudan prestijini tehlikeye atacak türden daha ciddi saldırılar İran'ı caydırabilir ve müttefiklerini ABD'nin yanında olmaya teşvik edebilir. Geri kalan her şey, aksi amaçlanmış olsa bile, istikrarsızlığın reçetesi ve artan düzeyde gerilimi tırmandıran bir kaynaktır.