Toplantı salonları ve kapalı müzakere odaları bölgedeki krizlerle ilgili açık ve gizli toplantılarla kaynıyor. Onlarla birlikte haber bültenleri, saha haberleri, sosyal medya siteleri ortada dolaşan söylentiler ve pozisyonlarla dolup taşıyor.
Bütün bunlar olurken, Arap bölgesi vatandaşlarının kaderini belirleyen belirleyici kararlar dışarıdan geliyor.
Tekdüzeliği ve içinin boşluğu nedeniyle sıkıcı olan resmi açıklamalar dışında hiçbir kararımız veya tutumumuz yok. Haritaları kanla değiştirme suçuna karşılık gerekli duruşu gösterme isteğimiz olsa bile, bu suçla baş edecek ne Arap gücünün, ne uluslararası iradenin, ne de bir ABD niyetinin olmadığı ortaya çıktı.
Öte yandan ne Binyamin Netanyahu hükümetinin “muzdarip” olduğunu duyduğumuz “krizin” ne de 7 dakika içinde İsrail'i ortadan kaldırmayı artık umursamıyormuş görünen İran liderliğinin yaşadığı iddia edilen “karışıklığın” gerçek olduğundan artık emin değilim. Aksine, geçen günlerin kanıtladıkları, insanı “İsrail’in kriz”, İran'ın da “karışıklık” yaşamasını istemeye sevk ediyor.
Geçtiğimiz birkaç gün içinde Netanyahu hükümeti, Tulkarm ve Cenin'e saldırarak Filistin halkını, topraklarını ve davasını yok etme yönündeki yarı açıklanmış planının ikinci kısmını başlattı. Elbette saldırı bahanesi her zaman hazır; iki şehrin çevresinde, özellikle kamplarında İran'a bağlı “terör” hücrelerinin varlığı. Bu arada ABD'de kasım ayı başlarında yapılması planlanan başkanlık seçimlerinin sesinden daha yüksek bir ses yok.
Sadece bu da değil, dünyanın tüm meşguliyetleri zaman ve dinamik olarak ABD seçimlerinin ritmine göre programlanmış gibi görünüyor.
Rusya ve Çin başta olmak üzere, kendi kaderlerini biz Araplardan daha iyi belirleyebilen büyük dünya güçleri bile, İsrail'e olan mutlak destek dışında neredeyse her alanda karşıt iki tarafta yer alan iki aday ve iki parti arasındaki Beyaz Saray yarışında rüzgarın yönünü izliyor.
Moskova, Tel Aviv'den sonra, dolaylı da olsa, seçim mücadelesinin ritmi üzerinde en etkili güç olabilir. Özellikle de Donald Trump ile Kamala Harris'in Amerikan tek kutupluluğunun statüsüne yönelik en büyük küresel tehdidin kaynağına ilişkin algıları arasındaki karşıtlık göz önüne alındığında.
Trump birden fazla kez -Ukrayna'dan sonra bile- Rusya tehdidini önemsemeyen açıklamalarda bulundu. Buna ilaveten kendisi ve Cumhuriyetçi Parti liderliğinin Çin ve ardından İran tehdidine karşı sert bir tutum benimsemesine karşılık, Vladimir Putin ile “kişisel” olarak baş edebileceğini ima etti. Dahası, birçok uluslararası siyasi otorite bir süredir Putin'in Batı demokrasilerinin çoğunda iç sahalarını karıştırmak için aşırı sağ politikalarını desteklediğini ve buna bahis oynadığını gözlemlediler.
Öte yandan Demokratların adayı ve son dört yıldır Başkan Joe Biden’ın yardımcısı olması nedeniyle partinin politikalarını oluşturmadaki ortağı ve “varisi” olan Harris'in yaklaşımına belirsiz pozisyonlar hakim. Analistlerin neredeyse oy birliğiyle kabul ettiği husus, Biden'ın başkanlığının pratikte, mevcut başkanın 8 yıl boyunca başkan yardımcısı olduğu Barack Obama'nın başkanlığının önceliklerinin bir uzantısı olduğudur. Bu nedenle Harris'in ne Rusların hırsları ne de Çinlilerin hırsları hakkında özel bir “kişisel” duygusu yok. Ancak Obama'nın Ortadoğu'nun siyasi haritasına dair okuması, Demokrat Parti'nin bölgeye yaklaşımlarında “kurumsallaşmış” olabilir. Bu durum İran ve İsrail hükümetleri tarafından iyi okunuyor.
Bugün Netanyahu bir taşla birden fazla kuşu vurmak için tansiyonu yükseltiyor. Birinci kuş, hükümetinin ayakta kalması için aşırılık yanlısı radikallere olan ihtiyacını öne sürerek Tevrat’taki yayılmacı projeyi uyguluyor. İkincisi, Tahran'ı ya sahada kaybedecek ya da siyasi olarak güvenilirliğini yok edecek bir savaşa çekmeyi amaçlıyor. Üçüncüsü, Demokratları Amerikan halkının genel ruh haline aykırı olduğuna inandıkları İran'a karşı bölgesel bir savaşa dahil etmek ve böylece Donald Trump'ın kazanma şansını yükseltmek.
Tahran'ın hesaplarına gelince, ürettiği, yatırım yaptığı ve artık ihtiyaç duyulan yerde ve zamanda kullandığı Arap hareketlerine yönelik taahhütlerinin kırılganlığını ortaya koyan bir savaştan kaçınmak istiyor. Aynı zamanda onun da bilinmeyene atlayarak Trump'ın zaferini kolaylaştırmak gibi bir niyeti yok. Zira deneyimler İsrail aşırı sağının önerilerine “Obama-Biden ekolü”nden çok daha yakın olduğunu gösterdi.
Bu arada İsrail savaş makinesi, Gazze'yi yok edip halkını yerinden ettikten sonra Batı Şeria'da bir “oldu bitti politikası” dayatma telaşında. Kasım ayında önünü tamamen açacak bir Cumhuriyetçi zaferi üzerine bahse giriyor da olabilir. Filistin tarafına gelince, başta Gazze'de yaşanan trajik deneyim olmak üzere yaşanan acı deneyimler, daha rasyonel ve gerçekçi hesaplara yol açmış gibi görünmüyor. Bu hesapların başında da pozisyonların birleştirilmesi ve yanlış varsayımlara dayalı riskler almayı bırakma ihtiyacı geliyor.
Maalesef işgal altındaki toprakların içinde ve Avrupa ile ABD başta olmak üzere dışında bazı Filistinli taraflar risk almaya devam ediyorlar. Bu da gelecekte, dünya çapında Filistin davasına duyulan muazzam ve hak edilmiş sempatinin büyük bir kısmının kaybedilmesi ile tehdit edebilir.
Burada hassas ve acı verici bir konuya değinerek yazıyı bitiriyorum...
Geçtiğimiz birkaç on yılda, Filistin liderliğinin ve hatta Filistin sokağının bir kısmının yaptığı türlü hatalara tanık olduk.
Bu hataların sonucu felaketti. Ancak Filistin insanını, davasını ve mağduriyetini bu hatalardan sorumlu tutmak, dahası alay etmek, şeytanlaştırmak ve kasabıyla baş başa bırakmak için bunu bir bahaneye dönüştürmek, en büyük felaket olmaya devam ediyor.
Bugün Filistinli doğrudan tehlike altında ama yarın tehlike onunla sınırlı kalmayacak. O yüzden ona yenilen “beyaz öküz” gibi davranmaktan sakının.