Temennilere dayalı iyimserlik, Tel Aviv'deki askeri-siyasi kaynaklara göre, İsrail'in Lübnan'a yönelik askeri harekatının “kısa sürede” sona erebileceğini söylüyor.
Ancak Lübnan ile İsrail arasındaki “savaşların” geçmişini okumakla ilgili sorunumuz, İsrail politikasında son on yıllarda gerçek ve olumlu bir değişime dair herhangi bir iyimserliğin daha fazla inatçılık ve saldırganlıkla sonuçlanmış olmasıdır.
Sayılamayacak kadar çok kanıt var ve bunların en açık örneği, aşırı faşist yerleşimcilerin ve Filistinlilerin tümünü gönderme yanlısı ırkçıların etkisinin giderek artmasının aksine, diyaloğa inanan İsrailli ılımlı güçlerin neredeyse tamamen çöküşüdür.
Bugün Binyamin Netanyahu gibi bir kişiyi yalnızca sivil siyasi muhaliflerine karşı değil, aynı zamanda onun oportünizmine, askeri ve güvenlik kurumları içindeki uygulamalarına karşı ihtiyatlı olanlara karşı da güçlendiren, bu aşırılık yanlısı kişilerdir.
Dahası önümüzde gördüğümüz acı gerçek şu ki, Netanyahu sürekli ileriye kaçıp, bilinçli olarak giriştiği her askeri maceraya daha fazla cephe ve saha hedefi ekleyerek, bu ihtiyatlı olanları zayıflatmayı başardı ve her zaman da başarıyor.
Örneğin Gazze meselesi, acı bir sessizlik ve her düzeydeki uluslararası suç ortaklığının ortasında olaylar onu aşmış gibi görünüyor. Buna karşılık İsrailli yerleşimcilerin dernekleri avladıklarını düşündükleri ayının “derisini paylaşmak” için yarışıyorlar. Mesele bununla da kalmıyor, işgal altındaki Gazze Şeridi'nde sakinleri yerinden edilen bölgelerin kontrolünü ele geçirmek için küstah emlak ilanları yayınlanıyor!
Lübnan'ın şehir ve köylerinin bombalandığı ve güneyindeki İsrail güçlerinin coğrafi gerçekleri değiştirmenin önünü açacak atılımlar yapmaya çalıştığı “kuzey cephesine” gelince, akil Lübnanlılar “İsrail'in hareketli hedeflerinden” kaygılılar.
Netanyahu hükümetinin, “rehinelerin kurtarılması” ve “meşru müdafaa” ile başlayıp, ardından Hamas hareketinin askeri yapısına saldırarak katliamları, yıkımları ve yerinden edilmeleri meşrulaştırdığı Gazze Şeridi'nde yaşananları Lübnanlılar çok iyi hatırlıyor. Ve şimdi de Gazze’de yerleşimciliğe aleni bir şekilde işaret etme aşamasına geçtik. Ancak Lübnan'daki sorun, Lübnanlıların neredeyse kendisinden hiçbir ders almadığı ve hiçbir şey öğrenmediği dört ölümcül afette yatıyor.
İlk afet, mezhepsel parçalanmadır. Bu parçalanma, onlarca yıldır tek bir anavatana tek sadakat üreten tek bir kimliğin formüle edilmesini engelledi. Şu anda İsrailli “savaş planlamacılarının” askeri saldırıları yoğunlaştırarak, belli bir mezhepsel kimliğe sahip bölgelerden diğer bölgelere doğru göç ve ilticaları hızlandırarak karşılıklı hassasiyetleri ve korkuları uyandırmaya gayret ettiklerini görüyoruz. Elbette siyasi ve sosyal açıdan kırılgan bir yapıda kasıtlı olarak sürtüşme ve provokasyonların kışkırtmaya çalıştıkları da uzak bir ihtimal değil.
İkinci afet, her seferinde bedelinin ağır olduğu ve belki de uzlaşının daha faydalı ve daha güvenli olduğu ortaya çıksa da, Lübnan oluşumunun bileşenlerinin iç uzlaşı seçeneğinden kaçmak için “dışarıya” bahis oynamalarıdır. Ne yazık ki bu saçma bahis, 16. ve 17. yüzyıllarda Lübnan Dağı bölgesini merkeze alan ilk “ulusal kimlik” projesinin geliştirilmesinden bu yana tekrarlandı.
Üçüncü afet ise, oluşumun -ya da bazılarının tercih ettiği gibi anavatanın- etrafındaki güçlerin, onun üzerinde kalıcı ve güçlü bir etkiye sahip olmasıdır. Kendisi bir yandan izole bir ada değil, diğer yandan değişen demografik denklemlerin sonuçlarıyla birlikte idari sınırları her zaman değişime tabi oldu.
Dördüncü afet ise Lübnan'ın, antik çağdaki “şehir devletleri” döneminden bugünkü bağımsız devlet statüsüne kadar olan uzun tarihi boyunca, denizde ve karada dış güçlerle sürekli etkileşim halinde olmasıdır. On yıllar boyunca birçok Asyalı, Afrikalı ve Avrupalı güç, topraklarından ve denizlerinden geçti, buradaki ve üzerindeki yabancı etkisi günümüze kadar devam etti. Bu nedenle, mevcut durum ciddi varoluşsal korkular ile birlikte eğer Lübnanlılar iyi değerlendirirlerse değerli kurtarma fırsatlarını da beraberinde getiriyor. Burada küçük oyuncuların rollerinin azaldığı, uluslararası karar alıcıların kendi kaderiyle meşgul olduğu bir dönemde Ortadoğu’da, kendi zenginlikleri ve güçleri üzerindeki kontrollerini tamamen kaybetmeden, aralarında ortak noktalar ve gerekli öncelikler üzerinde anlaşırlarsa, Lübnanlıların kurtulma fırsatları olduğunu kastediyorum.
ABD başkanlık seçimi kampanyası bize Washington'un kendi işleriyle meşgul olmasının, bazı bölgesel aktörlerin, özellikle de İsrail'in, bölgenin çehresini değiştirme projesini hayata geçirmek için bu meşguliyetten yararlanma konusundaki ustalıklarının tam olarak ne anlama geldiğini öğretti.
Doğal olarak kendi ülkelerinde ve uzak yakın ülkelerde gurbette olan Lübnanlılar arasında ne olabileceğine dair pek çok soru soruluyor. Burada, birkaç gün içinde Amerikan seçimlerinin sonucunun, olayların genel gidişatını belirleyen en önemli ve en etkili faktör olacağını iddia ediyorum.
İç düzeydeki açık çelişkilerine ve karşıtlıklarına rağmen ABD'nin iki büyük partisi Cumhuriyetçi ve Demokrat parti adaylarının Ortadoğu'ya yönelik politikaları arasında önemli bir farklılık olmadığını söyleyenler olabilir.
Bu gerçeğe yakın olabilir. Ancak gerçeğe yakın olan bir şey daha var, o da Lübnanlılar ve Filistinliler, Araplar ve Müslümanlar olarak biz, Washington'daki karar alma koridorlarında umut edilen değişimi gerçekleştirmek konusunda çok daha zayıfız.
Orada “derin devlet” kavramlarıyla tanışıyoruz.
Siyasi kültüre ve çıkar ağlarına yeterince aşina değiliz, hedeflerimiz farklı, amaçlarımız çeşitli. Olayları önceden öngören, onları kendi çıkarlarına faydalı olmaya yöneltme konusunda usta olan, sağlam bir temel oluşturmaya uygun olmayan geçici odaklanmalara ve hemen pes eden bir yapıya sahibiz.
Tüm bu nedenlerden dolayı kendimizi tepkilerin tutsağı olarak görüyoruz ve bu tepkiler için de önceden bir planlamamız yok. Buna karşılık orada yükselen siyasetçilerin bizden uzak durudğunu, rakiplerimize yaltaklandığını ve ancak emekli olduklarında peşimizde koştuklarını görüyoruz.