Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) lideri Ahmed el-Şara hakkındaki tutumumuz bir yana, onun savaş ve barış hakkında söyledikleri üzerinde durmamak zor. Yıkılmış, tükenmiş ve iflas etmiş Suriye’yi inşa etme misyonu, her şeyin üstünde olduğu için Suriye'nin İsrail ile savaşmasını, çatışmalara karışmasını istemediğini açıkça ilan etti. Bu tutumuna, yeni Suriye'de zorunlu askerliğin artık zorunlu olmayacağını belirten bir başka tutum da ekledi. Devrim ve direnişin bir yaşam biçimi ve kutsallaştırılacak bir konu olduğu yolundaki “ulusal kurtuluş” hareketlerinin yaydığı saçmalıkların aksine, diktatör devrildikten sonra devrimin bittiğini, ülke yönetiminde devrimin bir referans olmayacağını açıkladığını gördük. Devrim, toplumların adaletsiz bir gerçeği düzeltmek için gerçekleştirmek zorunda kaldıkları ve daha sonra hayatın normale döndüğü bir olaydır.
Başka bir ülke için söylenmiş olsaydı bu tür konuşmalar normal karşılanırdı. Ancak dişlerine kadar militarize olmuş bir toplum olan Suriye'de bu söylenenler büyük bir değişimin habercisi olabilir. Suriye'yi 1949'dan bu yana askerler yönetiyor. Ordunun onlara karşı pusuya yatmış olduğu Şükrü el-Kuvvetli ve Nazım el-Kudsi gibi siyasetçilerin iktidarda olduğu birkaç yıl hariç, ordu, modern Suriye'nin hem kurucusu hem de yıkıcısı olmaya devam ediyor. Popüler hale gelen resmi anlatıya göre, ülkenin kurucu babaları, Fransız manda yönetimine direnen Yusuf el-Azma, İbrahim Hananu, Sultan el-Atraş ve Salih el-Ali gibi savaşçı liderlerle sınırlıydı. Ama Suriye toplumu bunlarla sınırlanamaz, tarihi de direnişle sınırlanamaz. Buna ilaveten bu isimlerin mezhepsel ve etnik çeşitlilikleri, çeşitliğin onun için bir ölçü olması yerine, onun çeşitlilik için bir ölçü olduğu kapsamlı “ulusal” mücadelenin lehine bir delil olarak kullanılır oldu. Ne var ki askeri eğilimin ve militarizmin bu denli yoğun olduğu bir ortamda, iktidarı miras almasına karar verildiğinde, “Doktor” Beşşar Esed de hiçbir Suriye yöneticisinin giymekten kaçınmaması gereken askeri üniformaya büründürüldü.
Elbette Filistin, askeri bir toplum ve devletin başına geçecek askeri bir yöneticiye ihtiyaç duyulmasının en büyük bahanesiydi. Modern Suriye tarihindeki ilk darbenin, yani Hüsnü Zaim darbesinin, 1948'deki Filistin Nekbesi'nden sadece bir yıl sonra gerçekleştiğini biliyoruz. O tarihten bu yana, özellikle de 1963'teki Baas darbesinden itibaren ülke, insanların çabası, üretimi, ticareti, eğitim ve sağlığı için bir sahne olmaktan ziyade, bir savaş fonksiyonuna dönüştü; “direniyor”, “karşı koyuyor”, “komploları engelliyor” ve “ihanetler onun kayasına çarparak paramparça oluyor”. Dolayısıyla Suriye’nin askeri tarihinin, onun medeni tarihini yuttuğu gibi, askeri fonksiyonunun da geri kalan anlam ve boyutlarını yuttuğunu söylemek mümkün.
Ancak Şara’nın açıklamalarından daha şaşırtıcı olanı, ona itiraz edilmemesiydi. Çünkü Filistin'i özgürleştirmek ve Arapları birleştirmek tehdidinde bulunan “Arapçılığın atan kalbi” olmak artık Suriyelileri cezp etmiyor. Daha da şaşırtıcı olanı, bu açıklamaların, İsrail'in Suriye topraklarındaki işgalini ve saldırganlık eylemlerini sürdürdüğü bir sırada yapılmış olmasıdır. Sanki Şara, milyonlarca kez güç ile çözülemeyeceği kanıtlanmış bir sorunu çözmek için siyasete ve diplomatik ilişkilere başvuruyor gibi.
Belki de Filistin ve Arapçılık adına Suriyelilerin yanı sıra Filistinlileri, Lübnanlıları, Ürdünlüleri ve Iraklıları da öldüren, bölgeyi silah ve milislerle dolduran, suikastlar düzenleyen, suikast tehditleri savuran, birçok şehrin sokaklarında bombalı araçlar kullanan askeri Suriye’nin sonunun da ihtimaller arasında yer aldığını öngörmek mümkündür. Belki de şimdi olasılıklardan biri olarak, barışçıl ve ulusal iç inşasına odaklanmış, biten dönemin açtığı derin yarıkları kapatmaya kendini adamış yeni bir Suriye'nin doğuşunun arifesindeyiz.
Eğer bu varsayım doğruysa ki bu “eğer” çok büyük, o zaman Suriye’nin geleneksel Lübnan yöntemini benimsemesi durumuyla karşı karşıyayız demektir. Bu yöntemde askeri otorite sivil otoriteye tabidir, ordu sembolik olanın fiili olandan üstün olduğu bir kurumdur. Güçten kaçınılır ve ona tapılmaz, dış çatışmalar siyaset ve diplomasi yoluyla çözülür. Bu, Suriye'deki devrik rejimin ve silahlı milislerin Lübnan'ın benimsemesini defalarca engellediği yaklaşımdır.
Bugün ironik olan, Hizbullah'ın silahsızlandırılmaması konusunda ısrar edenlerle birlikte biz Suriye teorisini ithal ederken, Suriye'nin Lübnan teorisini ithal ediyor olmasıdır. Suriye teorisinin ithalatı, Hizbullah’ın ortaya çıkışı ve Lübnan devleti ve toplumunun gücü aleyhine güç kazanmasıyla birlikte gelişti. Bu feci süreçte 2013 yılı çok önemli bir dönüm noktası oldu. O yıl Hizbullah’ın Suriye'ye askeri müdahalesi başladı ve bu müdahale kısa sürede bir işgal ve yerleşme eylemine dönüştü. Müdahaleyle rol değişimi yaşandı, daha önce Suriye askeri devleti Lübnan toplumuna işkence ve eziyet etme görevini üstlenmişken, Suriye toplumuna yönelik askeri işkence ve eziyet görevi Lübnan Hizbullahı'na geçti.
Ancak eğer yeni Suriye tecrübesi başarılı olursa, orijinal ihracat kaynağının faaliyetleri duracağı için bu ithalatın da durması muhtemeldir. Tüm bölge, artık pek çok kişinin ikna olmadığı bir savaşa girişmek konusunda isteksizliğini dile getirdi ve getirmeye devam ediyor. Aksi takdirde Aksa Tufanı benzeri bir olay, Arap dünyasında hiçbir “işbirlikçi” rejimin karşı koyamayacağı şiddet tufanlarının önünü açabilirdi.
Bugün Lübnan için istenen, Suriye kurucu silah ormanlarını yok edeceğini ilan ederken, ülkenin bir “silah ormanı” olarak kalmasıdır ve bu imkansız olmasa da muhtemelen çok zordur.