Semir Ataullah
Lübnanlı gazeteci - yazar
TT

Uzun bir İtalyan filmi

İkinci Dünya Savaşı'nın 1940'lı yılların ortalarında sona ermesiyle savaş sineması ortaya çıktı. Savaş filmleriyle birlikte savaş romanları da göründü. Cephede galip gelen ABD, beyaz perde de üstündü. Bu perdede Amerikalı kahraman yakışıklı, güçlü ve cömertti. Hollywood'un en güzel aktrislerinin canlandırdığı güzel kadınlar ona aşık oluyorlardı.

O günlerde gençler sinemadan sanki doğrudan cepheye gidiyormuş gibi çıkarlardı; orada onları kadın kahraman ve kahramanlık bekliyordu. Derslerinden çok yıldızların ve aktrislerin isimlerini ezberlemişlerdi. Ama dev imkânların sahibi Hollywood'un gölgesinde İtalya'da siyah-beyaz “gerçekçi sinema”, Fransa'da ise “yeni dalga” ortaya çıktı.

Bunlar neredeyse hiç bütçesi olmayan, kahramanların olmadığı ve birçok gerçeğin olduğu filmlerdi. Ölüm ve öldürme, soğuk ve sıcak, yaralılar ve yenilgi, yetimler ve esaret, boğulma, aylarca yıkanamama gibi savaşın gerçekleri vardı. Yakışıklı sevgilinin elinde bir buket çiçekle tren garının peronunda beklediği güzel kadına gelince, siyah-beyaz gerçekçi filmlerde ve dahi İtalyan ironisinde, o, Napoli meydanlarında, Berlin kafelerinde ya da Paris kaldırımlarında kendini satan yoksul bir kadındı. Bu yüzden hayat kadınları ile ilgili ifadelerde kaldırım sözcüğü geçer; “kaldırım kadını”, “kaldırım çiçeği” vesaire. İşte gerçek savaş ya da savaşın gerçekleri budur. Bugünlerde bazı Arap şehirlerinde de bunların yaşandığını okuyoruz. Yoksulluk silahlardan daha güçlüdür, bahaneleri çoktur, zulmü - aşağılaması gibi - korkunçtur.

Bu, muhafazakâr, gururlu ve direnişçi toplumlarımızda genelde pek konuşulmayan bir konudur. Ancak bu direniş birçok kez yenildi. Bunlar her şeyden önce üzücü, çok üzücü olaylardır.

Savaş bir film değildir, etkileyici bir sanatsal üretim de değildir. Sahnelerini sadece bir anlığına izlediğimiz, ama aslında bir çile ve günlük bir sınav olan trajedidir. İtalya’nın meydanlarında, Berlin’in kafelerinde olduğu gibi, insan toplumu yoksulluğun bir mazeret olarak kabul edildiği bir noktaya geldiğinde geriye ne gibi bir insanlık onuru kalır?