İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Dürzi deneyimi: Herkes için Suriye'yi kurtarma fırsatı

Sevgili Suriye'de ve özellikle de ailemin en az on köy ve kasabaya yayılmış uzantılarının olduğu güneyinde, hızla gelişen olayları yakından takip eden biri olarak son dört gün benim için çok zor ve ağır geçti. Ben ayrıca akademik araştırmalarımda, Osmanlı döneminin son yarım asrı boyunca Suriye'nin kuzeybatısındaki İskenderun Sancağı sınırından başlayarak, işgal altındaki Filistin'deki Kermil Dağı ve Ürdün'ün kuzeyindeki Azrak Vahası’na kadar uzanan bir coğrafyada, muvahhid Dürzilerin tarihindeki bütünleşme ve ayrışma dinamiklerini incelemiş birisiyim.

Bu Dürzi dini grubunun bin yıldan fazla bir geçmişi var. Devletlerin birbirini takip etmesi, kimisi ılımlı kimisi radikal dinsel ve mezhepsel grup ve hareketlerin ortaya çıkması, birçok büyük savaş, her türde ve biçimde sömürgeci, yerleşimci ve yerinden edici işgaller gibi büyük olaylara sahne olan bir bölgede varlığını sürdürdü. Bu küçük, kendi kendine yeten dini grubun dayanma gücünün anahtarları akılcılığı, gerçekçiliği, kanaat ve teslimiyet inancı, dürüstlük ve kardeşliğin korunması ilkesi doğrultusunda iç dayanışmaya verdiği önemdi.

Şiiliğin Fatımi-İsmaili kolundan doğan bu mezheple hiçbir ortak zemini olmayan büyük güçler bile bir noktada onun önceliklerini ve kaygılarını anlamak ve saygı göstermek konusunda özel çıkarları olduğunu keşfettiler.

En başından, mezhebin Mısır'daki varlığına son veren Birinci İsmaili bölünmeden itibaren, bu mezhebin mensupları Maşrık (Levant) bölgesine yerleşebildiler. Sünni Eyyubi Devleti, Mısır'daki Fatımi egemenliğine son verdikten sonra (H. 648/M.1250), Maşrık ve Filistin'i Haçlı saldırılarından korumak için muvahhid Dürzilerle ittifak kurmanın çıkarına olduğunu gördü.

Mensupları Beni Ma'ruf adıyla bilinen bu küçük mezhep ile Arap olmayan iki Sünni devlet Memlûk ve Osmanlı devletleri arasında da mezhepsel ayrılıkları aşan “pragmatizm” Birinci Dünya Savaşı'na kadar devam etti. Sonra da yabancı manda dönemi ve bağımsızlık dönemi geldi.

Kısacası, muvahhid Dürziler Araplar, İslam ve Maşrık için yeni değiller. Dahası Fransız mandası altında kendi devletlerini kurma fırsatı onlara verildiğinde bile bunu gönüllü olarak reddettiler. Tüm yerleşim bölgelerini birleştiren daha büyük bir Arap oluşumun ayrılmaz bir parçası olmakta ısrar ettiler.

Suriye'nin bütünlüğüne, birliğine ve geleceğine önem veren herkes, vatana ihanet, tekfir ve kan dökme karanlığında kaybolmadan önce, bu “üçlü gerçeği” -toprak, ulusal kimlik ve dini kimlik- anlamalıdır.

Birkaç gün önce Humus'ta yapılan gösteride, cahil ve eğitimsiz kalabalığın “Alevileri yok etmek istiyoruz... Dürzileri yok etmek istiyoruz...” sloganları atması canımı çok acıttı.

Çok acıttı çünkü “soykırım” ayrılık duvarları örmeye değil, kendini yeniden inşa etmeye, köprüler kurmaya çalışan kadim bir vatana yakışmayan bir suçtur. Masum insanlara karşı intikamcı, kolektif hesaplaşma, Suriye kültürüne ve bize “hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez” öğretisini sunan İslam’ın ruhuna yabancı bir uygulamadır.

Burası Haşim el-Atasi ve Atasi, el-Darubi, el-Hasemi, el-Saba’i ve diğer ailelerden büyük vatansever politikacıların Humus'u değildi. Keza Dik el-Cin, Nesib Arida, Nadra, Abdulmesih Haddad, Moris Salibi, Abdulbasit el-Sufi, Abdulbasit el-Sarut, Steve Jobs (el-Candali) ve akrabası Malik el-Candali’nin Humus’u değildi.

Hayır, bu bizim sevdiğimiz, onunla ilgili haberleri merak ve üzüntü ile takip ettiğimiz, Deyr Baalba, el-Va’er, Halidiye ve Baba Amr'da canilerin işledikleri suçlar sebebiyle yaşadığı acı ve ızdırap karşısında gözyaşı döktüğümüz Humus değildi!

Öte yandan, yeni yönetimin varlığını güçlendirmesini arzulayanların sinirlerini yatıştırabilecek, “meşruiyete yasak bölge yok” ve “özel bireysel vakalar yok” gibi ifadeleri hâlâ duyuyoruz.

Prensip olarak bu konuda bir anlaşmazlık yok, ancak yeni hükümetin sağlam temeller ve geniş tabanlar üzerinde konsolide edilmesi, özellikle de uluslararası güçlerin pozisyonlarındaki belirsizlik, İsrail'in güvenlik ve askeri şantajının devamı göz önüne alındığında, en büyük öncelik. Dolayısıyla ruhların ve zihinlerin temizlenmesi, güvenin tesis edilmesi, devlet inşasının hızlanması amacıyla açık yaraların iyileşmesi için biraz zaman tanınmasında bir sakınca yok.

Gerçek şu ki, korkanların korkularını ve bu korkuların dış güçler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılması riskini görmezden gelmekte, hiç kimsenin, özellikle de meşru devletin bir çıkarı yok.

Siyasi deneyim bize azınlıkların dışarıdan destek ve güç almaya güvenmelerinin boşuna olduğunu, hatta intihar anlamına gelebileceğini öğretti. Öte yandan, azınlıkları bu tür bahisler oynamaya itmek de her zaman yabancı müdahaleler ve işgaller için bir giriş kapısı oldu.

Doğu Sorunu’nun arka planını okumamış olanlar için, Avrupalıların Arap Maşrık, Balkanlar ve Kuzey Afrika bölgelerindeki azınlıklara yönelik “korumasının” günümüze kadar devam eden yankıları olmuştur. Fransa nasıl 19. yüzyılda Lübnan Dağı'nda Hristiyanlar ile Dürziler arasında ve Şam'da Sünniler ile Hristiyanlar arasında yaşanan dinsel ve mezhepsel katliamlar yoluyla Maşrık’a giriş yaptıysa, Cezayir'e yönelik Fransız sömürgeci müdahalenin başlangıcı da Yahudileri (özellikle Bekri ve Boujenah/Bouchnak ailelerini) koruma bahanesiyle olmuştu.

Dolayısıyla bölgenin genelinde iç ve dış durumumuzun kırılganlığının farkında olmamız gerekiyor.

Biz Araplar, uluslararası hesaplarda en zayıf bölgesel aktörleriz ve ülkelerimiz -ne yazık ki- en kolay müdahale edilen ülkeler. Nitekim muvahhid Dürzilerin korunması İsrail yönetimi için uykularını kaçıracak bir endişe kaynağı değil. Mevcut Suriye rejimi de Washington'dan bir masumiyet belgesi veya uluslararası toplumdan Suriye'de istediği gibi davranabileceği yönünde kesin bir yetki almadı.

Dolayısıyla, biraz bilgelik çok kanın akmasını önler, Suriye'nin kurtuluşuna yönelik çok sayıda fırsatı garantiler!