“İsrail'in kibri hem kendisi hem de bölge için bir felakete yol açacak. Lübnan, Suriye, Gazze, Yemen ve hatta İran'ın kendisinden gelen füze yağmuruna maruz kalırsa, nükleer silah onu koruyamaz. Bununla İsrail'in tamamen çökeceğinden bahsetmiyorum, ancak darbe acı verici olacaktır. İsrail'e göç edenlerin bir kısmı, güvenlik duygusu eksikliği nedeniyle ondan göç etmeyi düşünecektir.”
Bu sözleri yıllar önce, İslami Cihat Hareketi'nin merhum genel sekreteri Dr. Ramazan Şallah'tan duymuştum. Başka birinden de benzer imaları duyduğumda, İran ile müttefik fraksiyonların, General Kasım Süleymani'nin İsrail'e indirmeyi umduğu “büyük darbeye” tüm güçleriyle hazırlandıklarını anladım. Dar koridorlarda, kıvılcımın Lübnan'da ateşleneceği ve Hizbullah'ın seçkin güçlerinin Celile'de savaşmak için sınırı geçeceği fısıldanıyordu. “Büyük darbe” senaryosunun en iyi kanıtı, Hizbullah'ın, “destek savaşı” bahanesiyle, Sinvar'ın Tufanı’na, patlak vermesinden hemen sonraki gün katılmasıdır. Husiler de katıldı ve İsrail ile İran arasında karşılıklı saldırılar gerçekleşti.
Yahya Sinvar Tufan’ı başlattı ve Binyamin Netanyahu da kapsamlı bir deprem başlatarak karşılık verdi. Böylece bir Filistin-İsrail savaşına, bir Lübnan-İsrail savaşına, bir Husi-İsrail savaşına ve bir İran-İsrail savaşına şahit olduk. Bu savaşlar dizisi, kendi bölgelerindeki güç dengelerini değiştirdi. Ve şimdi, Gazze'deki ateşkes, ilgili haritalardaki karar vericileri zorlu görevlerle karşı karşıya bırakıyor.
İran Dini Lideri, daha önce hiç ülkesine yönelik İsrail saldırıları ve generallerle bilim insanlarının evlerinde öldürülmesi karşısında tanık olduğu gibi bir görevle karşı karşıya kalmamıştı. Daha önce hiçbir İran cumhurbaşkanı, İsrail uçaklarının Tahran hava sahasını işgal ettiğini gören Mesud Pezeşkiyan kadar zor bir görevle karşı karşıya kalmamıştı. Buna ilave olarak, Suriye'nin direniş treninden atladığını ve Lübnan'ın “silahın devletin elinde toplanmasını” talep ederek geri çekildiğini gördüler. Süleymani suikastı emrini veren Başkan’ın İran nükleer tesislerinin imhası emrini de verdiğini gördüler.
Binyamin Netanyahu'nun değişip artık barışla ilgilendiğine inanmak zor. Kullandığı sözlük farklı ve çelişkili. Netanyahu zafere, ezmeye, yerinden etmeye, oldubittiye getirmeye veya teslim olmaya zorlamaya inanıyor. Donald Trump'ın kendisini kronik ve son derece tehlikeli bir çatışmayı söndürmüş barış elçisi olarak sunma arzusuna karşı durması onun için kolay değildi. Ancak, özellikle zaman tükenmesine katkıda bulunursa veya diğer meseleler Trump'ın elinde patlarsa, Amerikan coşkusunun devam edeceğini kim garanti edebilir? Böyle durumlarda, rehineleri kurtaran Netanyahu, Trump’ın planındaki yeni gerekliliklerin etrafından dolanmaya yönelik manevralarda bulunabilir.
Hamas'ın ateşkese acil ihtiyacı vardı. Eşi benzeri görülmemiş bir şiddetle savaştı. Ancak savaş, liderlerinin, binlerce savaşçının ve on binlerce sivilin hayatına mal oldu ve Gazze'yi harap etti. Hamas, ateşkesi elde etmenin bedelini ödedi. Çözüm, rehinelerin serbest bırakılmasıyla ve Gazze Şeridi’nin yönetiminden çekilmesi ve askeri cephaneliğinden vazgeçmesi anlaşmasıyla başlıyor. Kabul ettiklerini haklı çıkarmak için Amerikan garantilerine güvenmek zorunda kalmanın bedelini de ödedi. Hamas, Tufan’ı başlatmanın bedelini ödedi.
Hamas olayları okudu mu? Nasıl okudu? Sahneden çekilmeyi gerçekten kabul etti mi? Hamas, cephaneliği olmadan hayatta kalabilir mi? Peki, ya Gazze'de sesler yükselirse ve kendisini İsrail'e imha savaşını başlatma bahanesi sağlamak ile sorumlu tutarsa? Ateşkes taahhütlerinden sıyrılmaya çalışma girişimlerinde Hamas, gerçek müttefikler bulmakta zorlanacaktır. İran tek başına yeterli değil. Kaldı ki bizzat İran ne kendisi ne de müttefikleri açısından zamanı geriye çevirebilecek durumda değil. Gazze'de, çevresinde ve ötesinde işler değişirken Hamas eskisi gibi kalamaz. Peki Hamas, çözümlerin gidişatını direniş göstermeden izleyebilecek kadar değişebilir mi? Halil el-Hayye'nin zorlu bir görev üstlendiği açık.
Hizbullah'ın, muharebelerin sona ermesini ve 1701 sayılı kararın uygulanmasını kabul etmekten başka seçeneği yoktu. Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'ın suikastı ağır bir darbeydi. Nasrallah'ın Hizbullah içinde ve sempatizan çevrelerde bir halesi vardı. Direniş ekseninin şekillenmesinde Süleymani ile ortak olduğu açıktı. Hizbullah'ın kaybı, Suriye topraklarının kaybının Nasrallah'ın kaybına eklenmesiyle bir felakete dönüştü. İsrail'in teknolojik üstünlüğünü bu iki kayba eklersek, Hizbullah’ın İsrail'e karşı bir savaşa girişebilmesini beklemek zorlaşıyor. Belki de İsrail'in Lübnan'da her gün katliam yapmasının nedeni de budur; sanki Hizbullah'ı kayıplarını derinleştirecek eşitsiz bir savaşa çekiyormuş gibi.
Asıl soru, Hizbullah liderliğinin bu değişiklikleri nasıl okuduğu? Yaygın bir silahsızlandırılması talebi var. Hizbullah, cephaneliği olmadan hayatta kalabileceğine inanıyor mu? Süleymani'nin fon ve füze sağlamak için hiçbir masraftan kaçınmadığı tüm savunma hatlarını kaybederse, İran'a bölgede geriye ne kalır? Hizbullah liderliği değişikliklerle başa çıkmaya hazır mı, yoksa uluslararası toplumun yorulmasına ve Şarm el-Şeyh treninin ivmesinin azalmasına bahis oynayarak, bekleyip görmeyi mi tercih ediyor? Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım'ın zor göreve talip bir adam olduğu açık.
Zor göreve talip bir adam. Bu aynı zamanda, “silah devletin elinde” toplanmadıkça yeniden inşa veya istikrar olmayacağını bilen Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn'ın durumunu da anlatıyor. Aynı tanım Lübnan Başbakanı Nevvaf Selam için de geçerli. Her iki adam da görevin zorluğunun farkında ve aynı zamanda Lübnan'ın, Ahmed el-Şara liderliğindeki Suriye'nin çekilmeyi seçtiği bir dönemde İsrail ile askeri çatışma seçeneğinde kalmayı seçmesi halinde, tecrit ve daha da büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacağının farkındalar. Şara'nın kendisi de zorlu görev üstlenmiş bir adam.