Yakın Doğu'daki bölgesel gerçeklik ile “normalleşme” dinamikleri, bir dizi uyutulmuş ve ertelenmiş sorunu yeniden gündeme getirdi. İsrail'in hegemonik saldırısı durmamış olsa da, bazen siyasi gerçekçilik adına, bazen de geleceğe yatırım yapmak adına aceleci bir şekilde “normalleşme” yönündeki çabalar hız kazanıyor. Parametreleri, ileri teknoloji ve geride kalan büyük güçlerin öncelikleri tarafından değiştiriliyor.
Özellikle Lübnan ve Irak'ta, bölgenin gidişatındaki ve çevresindeki gelecek dönüm noktalarında incelenmesi gereken iki örnek görüyoruz.
Lübnan’da otoritenin İsrail ile “müzakere” seçeneğini benimsemesi ve Hizbullah aracılığıyla İran'ın açık hakimiyeti pahasına bu yönde ilerlemeye devam etmesi, “siyasi tartışmada” bir dengesizliğe yol açtı.
Gerçekten de onlarca yıldır bastırılan sesler yeniden yükselerek “egemenlik” olarak gördükleri talepleri yeniden dile getirirken, muhalifleri bunları, İsrail işgali altında imzalanan Mayıs 1983 anlaşması ile gerileyen, Taif Anlaşması ve ardından İsrail'in 2000 yılında Lübnan'dan çekilmesi ile çöken eski bir “izolasyonist” eğilim olarak görüyor.
Bugün Lübnan'da siyasetçiler ve medya mensupları, İsrail'in 1982'deki Lübnan işgalinin ardından dayattığı ve eski ABD başkanı Ronald Reagan yönetiminin güçlü desteğini alan Mayıs Anlaşması'ndan büyük bir coşkuyla -ve hatta bazen bariz bir özlemle- bahsediyorlar. İran'ın eski Suriye rejimiyle olan stratejik ilişkisinden faydalanmasının, Lübnan tablosunun yeniden şekillendirilmesinde ve galip ile mağlup arasındaki denklemin tersine çevrilmesinde kilit bir unsur olduğu aşikâr.
Ancak, Lübnan'daki çeşitli mezhepsel ve siyasi gruplar içinde, Lübnan'ın kimliği ve aidiyeti konusunda temelden bölünmüş ve hâlâ da bölünmüş olan radikal akımlar mevcut. Lübnan'ın kimlik krizinin kökenlerinin, 19. yüzyıldan bu yana her türlü dış müdahaleyi ve bu müdahaleye bağımlılığı kolaylaştırdığını hatırlamakta fayda var.
Şu anda, Trump yönetimi döneminde, birçok kişi Lübnan'ın 1982 senaryosuna geri döndüğüne inanıyor. Bu senaryo, Menahem Begin ve Ariel Şaron döneminde Tel Aviv'de en uç İsrailli figürler tarafından, Amerikan askeri müdahalesi döneminde Washington'da ise Reagan yönetiminin şahinleri tarafından tasarlanmıştı.
Dahası Lübnan dosyası, ABD’de, bir zamanlar “Hristiyan izolasyonist sağ” olarak adlandırılan kanada bağlı büyükelçiler Michel Issa ve Tom Barrack ile kendilerine yardım eden bu sağın lobisinden isimler ve diplomatlar, yahut temsilci Morgan Ortagus ve Washington'daki iktidar koridorlarında kendisini destekleyenler gibi Amerikan-İsrailli Likud akımıyla bağlantılı kişiler ve diplomatlar tarafından yönetiliyor.
Bu arada, Washington ve Tel Aviv arasında Ortadoğu meseleleriyle başa çıkmada tam bir uyum gözlemlerken, Amerikan-İran ilişkilerinin taktikleri değişiyor. Bildiğimiz gibi, Demokrat başkanlar Barack Obama ve Joe Biden dönemlerinde Tahran'a karşı gösterilen “anlayışlı ve sempatik” Amerikan sessizliği, Donald Trump döneminde tam bir düşmanlığa dönüştü. Bu düşmanlığın en belirgin işareti, ABD'nin İran ile nükleer anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmesiydi.
Gerçek şu ki, Washington'daki birçok kişi uzun bir zaman İran liderliğini, kendisi ile yaşamak bir yana, yönetilebilecek önemli bir gerçeklik olarak görüyordu. Bu liderlik, onu anlayanlar tarafından kullanılabilecek siyasi ve askeri bir ağırlığa sahip ve yönettiği devlet, Ortadoğu'nun en önemli ve en büyük ülkelerinden biri.
Gerçekten de İran, 92 milyonluk bir nüfusa sahip bir güç, dünyanın en istikrarsız bölgelerinden birinde stratejik bir konuma sahip ve geniş toprakları dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birine ev sahipliği yapan bir ekonomik dev. Kültürel ve dini açıdansa İran, dünyanın en büyük Şii Müslüman ülkesi olmaya devam ediyor ve dini otoriteleri, dünya çapındaki tüm Şii toplulukları üzerinde önemli ve güçlü bir etkiye sahip.
Çin ve Rusya'nın yanı sıra Orta Asya ülkeleriyle de önemli bağları bulunuyor. Arap dünyasına gelince, onlarca yıldır Lübnan, Irak, Yemen ve diğer ülkelerde “İran olgusunun” çeşitli yönlerine tanık olduk.
Dolayısıyla, İran hakkındaki “kesin karar”ın tamamen Amerikan çıkarlarına hizmet edecek şekilde kalmasını sağlamak, onu Binyamin Netanyahu'nun kaprislerine ve kişisel hesaplarına rehin bırakmaktan kaçınmak, Washington'un pragmatistlerinin -sadece Demokratlarının değil- hesaplarının bir parçasıydı.
Durum şimdi tamamen farklı ve bazı ülkelerin, İsrail’in kendisini çevreleyen Arap devletleri ile cephe hattı boyunca siyasi ve güvenlik açısından Tahran'ın nüfuzu için bir “ada” oluşturduğu aşikar. Lübnan, sınır sisteminin belki de en zayıf noktası.
Ancak Irak, kendini kurtarmak istese bile, bugün bölgesel sahnede meydana gelen değişimlerden kendisini tamamen uzak tutabilecek gibi görünmüyor. Irak'ın içinde bulunduğu zor durumun birkaç yönü var:
Birincisi, Irak, İran ile uzun bir kara sınırını paylaşıyor.
İkincisi, Şiiler, güney başta olmak üzere Irak içinde önemli bir demografik güç oluşturuyor.
Üçüncüsü, 2003 ABD işgalinden bu yana hükümette yer alan birçok Şii partinin, liderlikleri, örgütsel ağları ve askeri veya milis altyapıları bulunuyor. 2003'ten sonra ABD işgal yönetimi tarafından dağıtılan Irak ordusuna karşı aynı bayrak altında savaştılar.
Dördüncüsü, Irak gerçekliği, Şii Araplar, Sünni Araplar ve Kürtler arasında federal bir birlikte yaşama “anlaşmasını” içeriyor. Kürt bölgesi özerk bir yönetime sahip ve İran'ın yanı sıra Türkiye içinde de Kürt nüfusunun yoğun olduğu bölgelerle sınır komşusu.
Beşincisi, Irak'ta bir ABD askeri varlığı devam ediyor ve Washington, İsrail'in uzun kolu aracılığıyla hem askeri hem de istihbarat olarak Irak'taki nüfuzunu artırarak gelişmeleri izlemeye devam ediyor.
Dolayısıyla, İran domino taşları devrilip Tahran'ın etkisi hızla geriledikçe, Lübnan ve Irak'taki durumlar giderek daha kaotik bir hal alıyor. Zira İran yönetiminin daha önce bu ülkeleri kendi himayesinde ve cephaneliğinin bir parçası olarak gördüğü söylenebilir.
Dahası her iki ülkenin de tamamen toparlanacağına dair iyimserliğin yersiz olduğuna inanıyorum. Netanyahu iktidardayken, her türlü iyimserlik kaybedilmiş bir kumardır. Likud’un aşırılık yanlılarına karşı herhangi bir Amerikan dizgininin yokluğunda, bölge her türlü tatsız olasılığa açık olmaya devam etmektedir.