İki yıllık yıkıcı olayların ardından Gazze’deki ateşkes anlaşmasından bu yana, aramızdaki yüzlerce akıl sahibi, yeni felaketler ya da trajediler bekliyor. Burada kastedilen, İsrail ordusunun her gün ihlal ettiği ateşkes anlaşmasını baltalamak değil; daha çok, bir kişi veya grubun belirli bir intikam gerekçesiyle Yahudilere yönelik dehşet verici eylemler gerçekleştirmesi… Bazıları bunun nerede ve ne zaman olacağını öngörerek, Avrupa veya Amerika’da belirli bir Yahudi topluluğu ya da sinagoguna karşı olacağını tahmin etti. Motivasyon ne olursa olsun, sonuçlar ciddi olacak: Filistin halkına yönelik küresel dayanışmanın zayıflaması, ABD Başkanı Donald Trump’ın barışı dayatma konusundaki isteğinin azalması ve dünya genelinde İslamofobi’nin artması. Sonuçta, İsrail güçlü olduğu sürece, Gazze Şeridi’nde veya başka herhangi bir yerde gerçek barış sağlanamayacak; Yahudiler kendilerini güven içinde hissetmeden bu mümkün olmayacak!
Tüm İsrailli yetkililer antisemitizmi kınadı, dünya liderleri ise bu düşmanlıkla mücadele edeceklerini açıkladı. Ancak bugün veya yarın, Arapların da Semitik olduğunu ve birçok ülkede Araplar ve Müslümanlara yönelik şiddet eylemlerine dair uyarılar yapıldığını söylemek yeterli değil. Küresel yaklaşımlar, antisemitizmi yalnızca Yahudilere yönelik düşmanlık olarak tanımlıyor; Araplara ve Müslümanlara yönelik düşmanlık ise farklı nedenler ve adlar taşıyor ve çoğunlukla bazı Arap ve Müslümanların başkalarına karşı ırkçı veya saldırgan davranışlarından kaynaklanıyor. Buna ek olarak, özellikle Avrupa’ya yönelik büyük bir Arap ve Müslüman göçü yaşanmasına rağmen, yeni göçmenler arasında bile dini veya resmi ‘ötekiye’ karşı şiddet eylemlerine yönelenler olduğu gözlemleniyor.
Peki, Araplar ve Müslümanlar arasında başkalarına veya ‘ötekine’ karşı şiddet eğilimleri nereden geliyor?
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, bazı Müslüman ve gayrimüslim araştırmacılar ve düşünürler, Araplar ve Müslümanlar arasında farklı din veya etnik kökene karşı doğal bir şiddet eğilimi olduğunu reddediyor. Onlara göre, çoğu zaman söz konusu kişiler, bireysel olarak hedef alınmış değil; dini, etnik kökeni veya aynı dine mensup topluluklarından ötürü mağdur olmuş oluyor. Özellikle Batılılar ve Asyalılar, Müslümanları tek bir blok olarak görme eğiliminde; dolayısıyla küçük bir grup veya bireyin eylemlerinden tüm topluluk sorumlu tutuluyor. Bu yaklaşım, diğer ulus, millet veya dinler için geçerli değil; orada suçlar bireysel kabul ediliyor ve bu nedenle terörizm olarak nitelendirilmiyor!
Kendi deneyimimden örnek vermek gerekirse, 2002 yılında Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’nde misafir öğretim üyesi olarak ders verirken bu konuya yakından tanık oldum. Derslerime, ilgili alan dışındaki akademisyenler ve öğrenciler de katılıyor, 2001’de yaşanan olayların nedenlerini anlamaya çalışıyordu. Derslerden birinin ardından bir kafede Çinli ve Hindistanlı iki profesörle sohbet ettim. Her ikisi de uzun süreli sömürgecilik ve haksızlık bağlamında açıklamalar yapmama rağmen, Çin ve Hindistan’daki Avrupa ve Amerikan sömürgeciliğinin de azımsanmayacak derecede vahim olduğunu vurguladılar. Bu iki büyük ulusta kontrol sağlayan bir otoriteye rağmen, 2001’de ve sonrasında Batı’ya karşı El-Kaide gibi devasa bir eylem gerçekleşmediğini belirttiler. İkisi de rastgele şiddeti kınamakta hemfikirdi; ancak nedenler konusunda görüş ayrılığı vardı. Hintli profesör, Bernard Lewis’in öne sürdüğü gibi, imparatorluk dönemine ait hatıraların etkili olduğunu savundu; Çinli profesör ise Sünni İslam’ın denetleyici bir dini otoriteye sahip olmamasından kaynaklanan şiddetli ayrışmalara işaret etti.
Bazı çevrelerdeki aşırı tepkili yaklaşımlar, Avustralya’da yaşananların duygusal ve pervasız bir eylem olduğunu, ancak Gazze’deki vahşetler nedeniyle mazur görülebileceğini ileri sürdü ya da sürüyor. Hatta bu eylemin ister kendiliğinden ister planlı olsun, İsraillilere işlenen suçların cezasız kalmayacağını göstermek açısından ‘yararlı’ olabileceğini savunanlar dahi çıktı!
Oysa her iki gerekçe ve sonuç da doğru değil. Saldırıyı gerçekleştirenler, Yahudilerin özel günlerde bir araya geldiği mekânı biliyordu. Hedef alınanlar silahsız sivillerdi ve Gazze çevresindeki Yahudiler gibi şiddet içeren bir eyleme hazırlanıyor değillerdi. Bu nedenle söz konusu suç eyleminin kabul edilmesi mümkün değil. Aksine bu tür bir saldırı, İslam algısına ve büyük acılar çeken Filistin halkının davasına zarar verir. Ayrıca açıkça ırkçı nitelik taşıyan bu tür eylemler, İsrailli olsun ya da olmasın, başkalarının İslam ve Müslümanlar aleyhine daha fazla seferberlik yapmasını da engellemez. Hamas’ın dört ya da beş savaşı kaybetmesine rağmen Aksa Tufanı olarak adlandırdığı girişimi tekrarlaması, sonunda Filistin halkı ve tüm Araplar için yıkıcı bir tufana dönüştü.
Bu nedenle, İslam adına, Araplar adına ve Filistin adına, Avustralya’daki göçmen ya da mülteci faillerin eylemlerinin açıkça kınanması gerekir. Bu, Filistin halkının davasına, Araplara ve İslam’a zarar veren bir suçtur. Kur’an’ı Kerim’de de ifade edildiği üzere, haksız yere bir cana kıyan, tüm insanlığı öldürmüş gibidir.*
Peki, din ve insanlık adına, komployu andıran bu tür akıl dışı davranışlardan ne zaman çıkabileceğiz?
*Mâide Suresi 32. Ayet