Emir Tahiri
İranlı gazeteci-yazar
TT

“Bir şeyler yapmamız lazım!”

Afganistan’da yaklaşık 30 yıldır olduğu gibi, Batı Afrika’daki Sahel bölgesi de uluslararası terörizm için yeni bir merkez olma yolunda mı ilerliyor? Geçen hafta bölgenin fakir ülkelerinden biri olan Nijer’in başkenti Niamey’de bir askerî darbenin yapılmasıyla birlikte bu soru kendini küresel politika üreticileri çevrelerine dayattı.

Son dönemde meydana gelen  ve Gine, Burkina Faso ve Mali’de askerî yönetimle sonuçlanan bir dizi darbenin devamı olarak, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı General Abdurrahman (Ömer) Tchiani, ‘demokratik yolla seçilmiş’ Cumhurbaşkanı Muhammed Bazoum’u gözaltına alıp ev hapsine mahkûm etti.

Darbeyle çalan tehlike çanları Batılı liderlerin yaz uykularını böldü. Çok geçmeden ‘Bir şeyler yapmamız lazım’ sesleri yükselmeye başladı ve bu , o alışıldık aceleci tepkiye sebep oldu.  

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Nijer’de konuşlanmış bin 500 askerine yüksek alarm durumuna geçme emri vermek suretiyle bu ‘Bir şeyler yapmamız lazım’ meselesini kendi usulünce çözmeye girişti. Bu esnada Dışişleri Bakanı Catherine Colonna da Fransa’nın, Fransa’ya bağlı cumhurbaşkanını yeniden iktidara getirmek için güç kullanmayacağı konusunda herkese güvence verdi. Nijer’de küçük sembolik güçler bulunduran Almanya ve İtalya’dan da benzer güvenceler geldi.

Öte yandan Washington’daki Biden yönetimi ise her zaman yaptığı gibi, Donald Trump’ın aksine Afrika’yı ihmal etmeyeceğini iddia etti. Yakın zamanda o da ‘Bir şeyler yapmamız lazım’ diyerek, Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland’ı bazı darbecilerle ‘sert ve ciddi’ ama aslında faydasız bir görüşme yapması için Niamey’e gönderdi.  

Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) üyesi olan ülkeler, ‘Bir şeyler yapmalıyız’ sözünü, generalleri yanlış bir hareket yapmayıp kışlalara geri dönmeye ikna etmek için Niamey’e üst düzey bir heyet göndermek suretiyle hayata geçirdi. Ancak darbenin lideri onlarla görüşmeyi reddetti. Bunun üzerine Topluluk nihai bir uyarı yayınlayarak, süre dolduktan sonra askerî güç kullanmakla tehdit etti. Ama süre dolunca da çıkıp diplomatik seçeneği tercih ettiklerini ilan ettiler.

Diğer yandan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de “Bir şeyler yapmalıyız” diyerek, Rus bayrakları ve Niamey’deki askerî darbeyi destekleyen taraftarları kiralamak için para dağıtılması için yerel vekillerine talimat verdi. Bunun ardından Yevgeniy Prigojin, generallerle iletişime geçerek, emri altında çalışan Wagner paralı askerleriyle onlara destek olmayı teklif etti. Bu paralı askerler aynı şeyi Mozambik, Libya, Orta Afrika Cumhuriyeti ve başka yerlerde, yakın zamanda da Mali’deki darbe liderlerine yapmışlardı.

Şimdi, tüm bu yaygara o küçük tencere için mi?

Gerçek şu ki Batı’nın ‘demokratik olarak seçilen liderlere’ destek ifadeleri, nadiren diplomatik tutumların ötesine geçiyor. Gerçeklik, tek başına seçimlerin, bir toplumu demokratik toplum haline getirmeye yetmeyeceğini doğruluyor. Daha önce dünya, demokratik yolla seçilmiş ama demokratik olmayan birkaç liderin varlığına tanık olmuştu.

Demokratik şekilde seçilen ve Fransa tarafından desteklenen Hisséne Habré ve Idriss Déby, onlar gibi birçok yöneticiden ikisi idi. Onlarca yıl iktidarda kaldılar ve kimse bu ikisini demokratik bir lider modeli olarak tanımlamaya cesaret edemedi.

Aslında Batı’nın herkese uyan bir çözüm bulma düşüncesi, bir yanılgıdan ibaret.

Sömürgecilik döneminden önce Afrikalı topluluklar, iktidara kimin geçeceğine kabile savaşları yoluyla karar veriyorlardı. Üstün gelen taraf, zaferi sayesinde halk desteği kazanıyordu. Sömürgeci yetkililer ise güç, rüşvet ve en hırslı yerel seçkinlerle iş birliği üzerinden otorite kurdu.

1884 yılında Berlin Konferansı düzenlenip de Afrika bölüşülünce sömürgeci güçler, sömürgeci güçlere hizmet etmek için oluşturulmuş yerel askerî birlikler etrafında kurulan yapay ulus-devletler meydana getirdi. 

Bu ‘devletler' bağımsızlarını kazandıktan sonra, birbirlerine karşı uzun bir düşmanlık geçmişine sahip olan ve bir devlete aidiyet duygusu taşımayan kabileleri de içine kattı. Bugün bu sömürgeci geçmişe yönelik öfke, Nijer de dahil olmak üzere birçok ülkede yeniden ortaya çıkıyor.

Bağımsızlıktan sonra bu öfke, yeni oluşturulan Afrika ülkelerinin birçoğunu Soğuk Savaş sırasında Sovyet nüfuzu dairesine girmeye sevk etti. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve ardından on yılı aşkın bir süre Rusya’nın geleceğini saran belirsizlikle bu seçenek ortadan kalktı.

Putin liderliğinde Rusya, bilhassa Afrika’da kaybedilmiş nüfuzunun bir kısmını geri almaya çalışıyor.

Şimdi, Batı’nın bundan endişe duyması gerekli mi? Değil.

Sovyetler Birliği, Afrika’ya harcadığı paraların ve yağmaladıkları parayı Batı bankalarında biriktirirken sosyalizmden bahsetmeye devam eden Afrikalı liderlerin konumunu güçlendirmek için sarf ettiği çabaların bir karşılığını görmedi.

Bugün Putin liderliğindeki Rusya da daha iyi bir sınav verecek gibi görünmüyor. Buğday ve mısır bir tarafa, ne Rusya Afrikalılara onların satın almak istediklerini satabilir, ne de Afrika Rusların satın almak istediklerini sunabilir. Putin için daha da kötüsü şu ki Wagner şirketi; Orta Afrika Cumhuriyeti, Libya, Mozambik ve başka ülkeler, yakın zamanda da Mali dahil olmak üzere birçok yerde Afrika yerel kamuoyunu Rusya’nın aleyhine çevirdi.

Artan cihatçı tehditler açısından, Putin’in Afrikalı hükümetler adına savaşa girmesine müsaade etmek olumsuz bir seçenek olmayabilir. Fransızların Mali’de cihatçılarla savaşıp, onların başkent Bamako’ya girerek iktidarı ele geçirmelerine engel olmaları, ancak sonunda bizzat yok olmaktan kurtardıkları yöneticilerin nefretine muhatap olmaları dikkat çekici. (ABD de Afganistan’da benzer bir tecrübe yaşadı. Orada da Amerika’da üretilen Hamid Karzai ve Eşref Gani rejiminin kalıntıları, şimdi Amerikan karşıtı koroya şeflik ediyor.)  

Doğrusu, bir imparatorluk kurmak, ta başından kötü bir fikirdi. Adam Smith, Ulusların Zenginliği adlı kitabında bu fikre karşı üç kez uyarıda bulundu ve köle işçiliği ile piyasasının bazı kapitalistlere fayda sağlasa da bir bütün olarak kapitalizm için kötü olduğunu, zira serbest piyasa kurallarını tahrif ettiklerini açıkladı.

Sömürge sonrası Afrika tarihi, askerî darbenin Kara Kıta’nın tüm ülkelerinde hükümetleri değiştirmek için en çok kullanılan araç haline geldiğini gösteriyor. Kıtanın 54 ülkesinin tamamı en az bir darbeye sahne oldu ve 1960 yılından beri 151 darbe girişimi boşa çıkarıldı. 

Güney Afrika, bu konuda tek istisnadır (Mısır da 1952 yılında bir darbeye tanık oldu). 

Batı demokrasi modelini Afrika ülkelerine dayatma girişimi, en az 10’dan fazla ülkede başarısız oldu.

Bunun yanı sıra iktidardaki seçkinlere dokunmaksızın en yoksul kesimlere zarar veren yaptırımlar da başarılı olmadı. Birkaç sene önce başkanıyla görüşmek üzere, ağır uluslararası yaptırımlar altındaki bir Afrika ‘cumhuriyetini’ ziyaret etmiştim. Bizim için tertip edilen akşam yemeği gerçekten 5 yıldızlıydı. Ama o sırada başkentteki vatandaşlar, harabeler arasında yaşıyor ve açlıktan kırılıyordu.

Askerî darbeler gerçekten sorun oluşturuyor. Ancak Fransa’da hüküm süren yanılgının aksine her sorunun hazır bir çözümü yoktur. Hazır bir çözüm olmadığında en iyisi, ‘Bir şeyler yapmamız lazım’ önerisine hemen teslim olmaktansa sabırlı durmak ve insanların hata yapıp hatalardan ders çıkarmasına izin vermektir.