Abdurrahman Şalkam
TT

Afrika: Proje yokluğu darbeleri egemen kıldı

Nijer krizi Afrika kıtasının batısını tamamen sarsıyor ve etkileşimleri kıtanın diğer bölgelerine de yayılıyor. 13 Avrupa ülkesinin katıldığı, ABD ve Osmanlı İmparatorluğu’nun iştirak ettiği 1884 yılındaki Berlin Konferansı'nda yüzölçümü Avrupa kıtasının yüzölçümünden 10 kat daha büyük olan Afrika kıtasının toprakları paylaşılmıştı. O konferanstan itibaren kara kıta, kendisine daha önce görmediği silahları, dinleri, mezhepleri, fikirleri ve diğer yaşam tarzlarını taşıyan bir dünya içine girdi. Şiddet, baskı ve insanların köleleştirilmesine, yağmaya ve zenginliklerine el konulmasına şahit oldu. Uzun yıllar boyunca kıtanın halkları eğitim ve hizmet olmadan yaşadılar ve insanları da sömürgecilerin hayvanlar gibi kullandığı araçlardan başka bir şey olmadı. Patlak veren Avrupa Sanayi Devrimi sırasında sömürgeciler kıtanın yer altındaki tüm cevherlerini fabrikaları için aldılar, insanlarını da çiftliklerde ve fabrikalarda çalışmak üzere denizleri aşan gemilerle ülkelerine gönderdiler. İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden sonra birinci olarak adlandırılan Büyük Savaş patlak verdiğinde ise sömürge Afrika ülkelerinin vatandaşları, sömürgeci ordularının saflarında savaşmak üzere yine gemilerle taşındılar. Afrika halkları uzun yıllar sanki kaçınılmaz bir kader gibi sömürgecilerin egemenliği altında yaşadılar. Onlarca veya yüzyıllar süren sömürgecilikten kurtulmak kolay değildi. Afrika halkları bağımsızlık için uzun yıllar siyasi ve silahlı mücadele yürüttüler. Afrika ülkelerinin çoğunu sömürgeleştiren iki ülke İngiltere ve Fransa idi.

Afrika ülkelerinin çoğunluğu bağımsızlıklarını geçen yüzyılın altmışlı yıllarının başlarında elde etti, ancak bu uzun sömürgecilik döneminin etkileri, yeni doğan oluşumlarda derin ve köklü bir şekilde kaldı. Afrika ülkeleri arasındaki sınırlar sömürgecinin cetveli ile çizildi ve bu, bir kabilenin iki veya daha fazla siyasi birim arasında bölünmesiyle sonuçlandı. Yeni devletler kendilerini sömürgecilerinin dillerini kullanmak zorunda buldular, çünkü yerel dilleri bir eğitim ve çalışma dili olacak şekilde geliştirilmemişti. İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Portekizce bu ülkelerin sömürgelerindeki okullarda dayattığı dillerdi. Seçkinlerin öğrendiği ve bir kısmının Avrupa ülkelerinde eğitime devam ederek iyice benimsediği bu Avrupa dilleri, günlük yaşamında yerel dilini kullanmaya devam eden halkın çoğunluğu arasında yaygın değildi. Bunun sonucunda aynı ülkenin insanları arasında bir uçurum doğdu. Bağımsızlıktan sonra bazı figürleri iktidara gelen seçkinlerin, sıradan halk arasında etkin bir varlığı yoktu. Başkentler kırsal kesimden, köy ve ormanlarda yaşayan geniş toplumsal tabakalardan uzak kaldılar. Kabile, nüfusun büyük kesimleri için birleştirici bir sosyal varlık olmayı sürdürdü. Sultanlar ve kabile reisleri önemli meselelerde son sözü söylemeye, gündelik hayatın süreçlerinde referans olmaya devam ettiler. Devletin varlığının temel dayanağı olan vatandaşlık yaratılamadığı gibi, kurumlar, sendikalar ve diğerlerini kapsayan bir sivil toplum da oluşmadı.

Azgelişmişliği, huzursuzluğu, yoksulluğu ve eski sömürgeciye bağımlılığı yaygınlaştıran en büyük olumsuz faktör, devletin ekonomik kimliğinin tanımlanmamasıydı. Bu kimlik, ülkenin sahip olduğu hammaddeler, nehirler, yağmur vb. doğal kaynaklara göre tarım, sanayi, hizmet veya karma ekonomili bir ülke mi olacağı belirlenerek tesis edilir. Mühendislik, sanayi, tarım ve hayvancılık alanlarındaki eğitim programları, ülkenin doğal kaynaklarına göre oluşturularak, katma değer olarak adlandırılan şey gerçekleştirilir. Ne var ki çoğu Afrika ülkesinde madencilik, ağaç işleme veya tarım ürünleri imalatı için fabrikalar yoktu. Hammadde ihraç etmek yerine işleyerek yurt dışına ihraç etmek amacıyla sanayiyi yerlileştirmek için topraklarını yabancı yatırıma açma, yabancı şirketlerle ortaklık kurma politikası yoktu. Bağımsızlığın ilk yıllarında, yöneticiler dikkatlerinin çoğunu bağımsızlık göstergelerine, protokollere, egemenliğin tezahürlerine, liderliği ve diğer hususları pekiştirmeye verdiler. Yeni oluşumların ekonomik kimliği, endüstriyel kalkınmaya yönelik politikaların oluşturulması, yeni neslin devletin ekonomik kimliğine uygun eğitimsel olarak hazırlanması sorunları gündeme getirilmedi.

Kıta ülkelerinin çoğunun askeri darbeler labirentine girmesinin ardından iktidara gelen kıdemli ve kıdemsiz subaylar, akan sıcak paraların üstüne atladılar, her şeyi yurt dışına ihraç etme yarışına girdiler ve büyük Batılı şirketlerin bazı ülkelerde hükümet koridorlarında kolları oldu.

Bu bağlamda Afrika kıtasının tanık olduğu üç ekonomik kimlik projesi üzerinde durabiliriz. Bunlardan en önemlisi, eski Etiyopya başbakanı Meles Zenawi’nin temelini attığı yeni Etiyopya Projesi idi. Zenawi, ülkenin sahip olduğu geniş tarım arazilerine ve çok sayıda nehrin beslediği su zenginliğine, halkının tarım ve otlatma alanında sahip olduğu büyük mirasa dayanarak ülkenin ekonomik kimliğini tarım ülkesi olarak belirledi. Zenawi, başbakanlığı üstlendikten hemen sonra çok sayıda öğrenciyi Güney Afrika, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki tarımsal araştırma merkezlerine eğitim ve öğretim görmeleri için gönderdi. Ülkeyi tarım alanında yabancı yatırıma açtı. Etiyopya’nın tarım alanında iş gücüne sahip olması iki hedefi gerçekleştirdi; milyonlarca kişiye iş olanağı yaratmak ve tarımsal üretimi artırmak. Ekilen araziler, ekilebilir arazilerin yüzde 20'sini oluşturuyordu ve üretimi, gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 43'ünü karşılıyordu. Yoksulluk azaldı ve ortalama yaşam süresi 13 yıl arttı. Zenawi ayrıca modern yollar inşa etti, komşularıyla olan siyasi sorunlarını çözdü, ülkenin ürünlerini ihraç etmek için büyük bir hava filosu kurdu ve Rönesans Barajı'nın inşasına girişti. Meles Zenawi'nin Etiyopya'yı Afrika'nın ekonomik kaplanına dönüştürme projesi vardı.

Afrika'daki ikinci model/proje ise, sanayiyi yerelleştirmeye yönelik uzun vadeli bir plan geliştiren, endüstriyel bilgi kazanma konusunda yabancılarla ortaklık yönteminden faydalanma politikası izleyen Fas Krallığı'dır. Ülkenin otomobil üreticisi şirketlere kapılarını açması, binlerce gencin bir gelire sahip olmasını, eğitim ve öğretim görmesini sağladı. Böylece bugün Fas otomobil ihraç eden bir ülke haline geldi. Yine Fas güneş, rüzgâr ve diğer enerji alanlarına yatırım yaptı. Cesur siyasi reformlar ve Berberi dilinin resmi dil kabul edilerek vatandaşlık kurallarının uygulanmasıyla birlikte modern devletin temellerini tamamladı.

Üçüncü örnek ise Afrika kıtasının en büyük iç katliamına sahne olan Ruanda’dır. Ülkenin en büyük iki kabilesi olan Hutu ve Tusiler birbirlerine karşı şiddetli bir yok etme savaşı yürüttüler. Ama sonrasında göreve gelen Devlet Başkanı Paul Kagame siyasetin gücü, kapsamlı ve adil bir kalkınma projesiyle barışı empoze etmeyi başardı. Fransızcayı İngilizceyle değiştirdi, iyi çalışılmış bir stratejik plana göre ülkeyi yabancı yatırıma açtı ve tarımı genişletti. Hukukun üstünlüğünü benimsedi. Ruanda yüzde 13 gelişme kaydetti. Sanayi teknikleri için eğitim ve staj programları oluşturdu. Ürünlerin ülke içinde üretilip dışarıya ihraç edildiği ekonomik katma değer programını benimsedi. Katma değer, Afrika'daki yıkım ve gerilemelerden kurtulmanın gerçek yoludur. Bu, hukukun üstünlüğünün ve şeffaflığın pekiştirilmesine, proje devleti yaratan ve ulusları ilerlemeye, refaha ve bağımsızlığa yönlendiren yoldur. Askeri darbeler, gerçek milli projeleri engelleyemeyecektir.