Lübnan'a yönelik yerel ve dış ilginin, 11 aydan fazla süren anayasal boşluğun ardından cumhurbaşkanını seçememe krizini çözmeye odaklandığı bir dönemde, şüpheli bir olgu öne çıkıyor. O da her gün binlerce Suriyelinin, ülkenin kuzeyindeki ve kuzeydoğusundaki koridorlar aracılığıyla yasa dışı yollarla Lübnan'a geçmeleri. Daha da fazla şüphe uyandıran şey, yeni göçmenlerin çoğunluğunun ailelerden veya yaşlı gruplardan değil, genç erkeklerden oluşması.
Yeni göç dalgasının nedenleri yalnızca çöken Suriye ekonomisiyle mi bağlantılı? Yoksa siyasi bir tat taşıyan sosyo-ekonomik halk protestolarının özellikle Suveyde, Dera ve ülkenin kıyı bölgelerinde geri dönmesi ve ardından gelen tutuklamalarla mı ilgili? Belirli taraflarca siyasi veya güvenlik hedefleri doğrultusunda mı Lübnan’a yönlendiriliyorlar? Bu, Suriye rejiminin askeri güçlerini sivil halkla değiştirdiği örtülü bir Lübnan işgali mi?
Sebepleri ne olursa olsun sınırda yaşananlar, kendisine sıkıcı siyasi argümanlarla yaklaşmaktan, ırkçı, bağnaz, mezhepçi suçlamalarda bulunmaktan veya saf insani girişimleri teşvik etmekten, kendisini BM veya diğer yabancı hükümet ve sivil toplum kuruluşlarının sunduğu yardımlara yönelik bir saldırı olarak değerlendirmekten daha tehlikelidir.
Kral II. Abdullah, BM Genel Kurulu'nda “Kriz devam ettikçe daha fazla Suriyelinin ülkelerini terk etme ihtimali yüksek ve Ürdün’ün daha fazlasına ev sahipliği yapacak ve onlarla ilgilenecek ne kapasitesi ne de kaynakları olmayacak” dedi. Ürdün Kralı'nın Suriye krizinin devam edeceği veya daha da kötüleşeceği yönündeki öngörüleri doğruysa, bunun ekonomik, mali, sosyal ve siyasi krizleri giderek ağırlaşan Lübnan'a yansımaları neler olur?
Suriye'de huzursuzluğun devam ettiğini gösteren çeşitli göstergeler var; bunlardan en zayıfı, daha önce ulaşmadığı güneydeki Dürzi kaleleri ve sahildeki Aleviler gibi alanları etkilemiş olsa bile içerideki halk protestoları. Bunlardan en güçlüsü, Suriye'de iç içe geçmiş bölgesel ve uluslararası güçlerin ilişkilerini yönlendiren dinamiklerin değişmesidir. Bu bağlamda gerek Amerikalıların bu bölgede varlıklarını sürdürmekte ısrar etmeleri gerekse İranlıların ve Rusların onları bölgeden atma konusundaki inatları sebebiyle Fırat'ın doğusunda yaşanan gelişmeler öne çıkıyor. Amerikan tarafı bir süre önce askeri üslerine HIMARS füze savunma sistemleri gibi yeni öldürücü silahlar sevk etmek, Rakka'da yeni askeri üsler inşa etmek ve ikmalini tamamlamak, Tanf'ta uluslararası koalisyon güçleri bünyesinde ortak tatbikat ve eğitimler yapmak gibi önlemler almıştı. Amerikalılar ayrıca daha önce Kürt öncü güçlerini oluştururken, şimdi bir yandan Fırat'ın doğusundaki bölgelerde bulunan Arap bileşenini kendilerine çekmek ve yeni oluşumlar için örgütlemek amacıyla onlarla yakınlaşmaya, diğer yandan da ‘Suriye Demokratik Güçleri’ yerine bu bileşeni sınırına konuşlandırarak Türkiye'yi memnun etmeye çalışıyor.
Öte yandan Fırat'ın doğusundaki bölge, Suriye ve İran'da devam eden nüfuzunun bir parçası olarak Tahran için stratejik önem kazanıyor. Haberler, İran tarafının vekil olarak yerel askeri birimler kurmaya başladığını aktarıyor. Tahran, Irak’taki deneyimini kopyalayarak, Fırat'ın doğusunda bulunan Amerikan kuvvetlerine karşı kullanmak için örneğin Deyrizor’da bir ‘Halk Ordusu’ kurdu. Rusya'ya gelince, hamlelerinin Amerikalılar üzerinde çeşitli nedenlerden dolayı baskı oluşturmayı amaçladığı görülüyor ve en önemli neden de ABD’nin Ukrayna'yı desteklemesi. Rusya aynı zamanda İran ile ABD arasındaki müzakereleri de bozmaya çalışıyor, çünkü müzakerelerin en önemli şartı İran’ın Rusya'ya silah tedarikini durdurması. Özetle Moskova, İran araçlarını ve varlıklarını kullanarak Fırat'ın doğusunu Amerikalılarla bir çatışma alanına çevirmeye çalışıyor.
Bu gelişmeler yelpazesi, taraflar arasında doğrudan bir savaşla başlayıp, tarafların kendi kolları arasındaki vekalet savaşı ve Soğuk Savaş olasılıklarına kadar genişliyor. Olası senaryo ne olursa olsun Suriye'deki durum daha da kötüleşebilir ve bunun Lübnan'a da yansımaları olacak. Bu yansımaların başında da Hizbullah'ın Suriye'deki çatışmalara askeri olarak yeniden katılması geliyor. Ama bu sefer daha agresif bir şekilde geri dönecek çünkü amacı Suriye rejimini değil, aksine İran nüfuzunu korumak olacak.
Birçok haberde, Hizbullah'ın Suriye-Lübnan sınırında bulunan kuvvetlerinin önemli bir kısmını Deyrizor'a naklederek, Suriye topraklarında yeniden konumlandığı ve yayıldığı belirtiliyor. Ayrıca yerel komutanlar atayarak bölgedeki güçlerinin liderliğini de yeniden yapılandırdı. Böylece Amerikan kuvvetlerine yönelik saldırılar ‘Suriyelilerin direniş eylemleri’ olacak.
Hizbullah ayrıca Dürzi ve Alevi bölgelerindeki yeni ayaklanmaların bastırılmasına da dahil olabilir. Bu durumda çatışmalar Lübnan'a kadar uzanabilir ve Hizbullah ile Lübnanlı Dürzilerin yanı sıra orada yaşayan Suriyeli Dürziler ve Aleviler arasında da çatışmalar yaşanabilir. Burada yeni Suriyeli göçmenlerin yaş bileşeninin bu huzursuzluklarda yakıt olarak kullanılabilmesi tehlikesi ortaya çıkıyor. Öte yandan, Hizbullah'ın Suriye'ye herhangi bir yeni askeri müdahalesinin, Hizbullah ile İsrail arasındaki çatışmanın hem Güney Lübnan hem de Suriye'ye doğru genişlemesi gibi sonuçlarını da göz ardı edemeyiz. Hele ki İsrail'deki protesto hareketi hakkında gerçekçi bir anlayış eksikliğinin ortasında, Hizbullah’ın bu bölgede devam eden ‘direniş’ faaliyetinin doğrudan veya dolaylı olarak geri döndüğünü dikkate alırsak. Hizbullah yanlış bir şekilde protesto hareketini İbrani devletinin çöküşünün bir işareti olarak görüyor. Keza İsrail’in sabrının bir sınırı ve askeri operasyonların yenilenmesi olasılığının yükselmesinin muhtemel olduğunu da anlamıyor.
Bunun Lübnan’a yönelik daha az olası ama daha tehlikeli bir yansıması daha var. O da bazı aşırı sağcı seslerin, Hizbullah'ın ve güneydeki diğer İranlı milislerin varlığını reddederek Suveyda’da özerk yönetim ilan etme olasılığını yaymaları. Buna bir de ülkenin kuzeyindeki ve doğusundaki Kürt Özerk Yönetimini, Afrin ve çevresinde Suriyeli Kürtlerin yerine Arap kökenli ve Sünni Suriye vatandaşlarını yerleştirme yönündeki eski-yeni Türk planını ekleyelim. Tüm bu özerk yönetimler, Lübnan'daki birkaç hayalperestin duygularını harekete geçirerek onları taklit etmeye itebilir. Hele de bazılarının Lübnanlıları ‘serbest bölge’ diye adlandırılan bir bölge kurmaya teşvik ettikleri göz önüne alınırsa. Burada serbest bölge ile kastedilen Hizbullah'ın etki ve kontrolünde olmayan bir bölgedir.
Devlet ve halk olarak Lübnan ekonomi, eğitim, sağlık, enerji, çevre sektörüne ve sosyal koşullara yansımalarını gerekçe göstererek, en azından sözlü biçimde, Lübnan'a yönelik yeni bir Suriyeli göçmen dalgasının tehlikelerini vurgulamakla meşgul. Ülkenin içinde bulunduğu çöküntü ve parçalanma durumu dikkate alındığında bunların hepsi meşru endişeler, ancak ülkenin varlığını sarsacak ve bardağı taşıracak damlayı da bünyesinde taşıyabilecek olan bu dalganın nedenlerini gözlemleme konusunu geçiştiriyorlar.
Tuhaflığın doruk noktası, Lübnan'ın neredeyse var olmayan ya da saklı olan resmi tepkileri değil, daha ziyade Esed rejiminin uzlaşmazlığı ve kendisine sunulan tüm girişimlerden kaçmasının bir sonucu olan Suriye trajedisinin nedeninin, uluslararası düzeyde göz ardı edilmesidir. Ülkeler ağrı kesicilerle ve bu trajedinin semptomlarını tedavi etmekle yetinirken, hastalığın kendisini tedavi etmekten sakınıyorlar.