Ekim ayı tam bir savaş ayı gibi görünüyor. Son günlerde 1973 Arap-İsrail Savaşı’na dair analizler peşinde koşarken, geçtiğimiz Cumartesi sabahı Filistinliler ile İsrailliler arasında yeni bir savaşın başladığı haberiyle uyandık.
Son çatışmanın patlak vermesinden bu yana, medyanın buna tepkisini analiz etmemiz ve onu diğerlerinden ayıran özellikleri gözlemlememiz için yeterli zaman geçmedi. Ancak bu konuda göz ardı edilmesi çok zor olan üç temel faktör öne çıkıyor ve düşündürücü görünüyordu.
Birincisi, tanıdığım hemen hemen herkes çatışmanın çıkışını akıllı telefonlar aracılığıyla öğreniyor ve çoğu da gelişmeleri ‘sosyal medya’ üzerinden takip etmeye odaklanıyordu.
İkincisi, ister Doğu’da ister Batı’da olsun, ‘geleneksel medya’ kuruluşlarının çoğunlukla, tehlikeli olayı haber yapmada son derece yüksek düzeyde bir verimlilik ve dengeye sahip olduğu gerçeğiyle ilgilidir.
Üçüncüsüyse, olayla ilgili ‘sosyal medya’ etkileşimlerinin propaganda odaklı olma yönündeki güçlü eğilimiyle ilgilidir. Bu, önyargı kalıplarına, uydurmalara ve bariz ihlallere açıkça dahil olmayı gerektirir.
Yaşanan silahlı çatışmaya eşlik eden medya yayınlarını analiz etmek için yeterince anlamlı ve dengeli bir örneklem kullanan bilimsel çalışmaya hâlâ ciddi şekilde ihtiyacımız var. Ancak hızlıca yapılan ilk gözlemler, insanların savaş haberlerini alma biçimindeki bu büyük gelişmeyi fark edebilir.
Geçtiğimiz hafta Mısır ve diğer Arap televizyon ekranlarında 1973 Ekim Savaşı zaferini anlatan filmler ve belgeseller gösteriliyordu. 1973 yılında Mısır ve Suriye Silahlı Kuvvetleri Genel Komutanlığı'nın savaşa ilişkin açıklamalarını dinlemek için radyonun başına oturan vatandaşların neredeyse hiçbirinde görüntü yoktu. Şimdiyse aynı vatandaşlar, yeni çıkan savaşın haberlerini almak için akıllı telefonlarına göz atıyorlar.
Bu durum, çatışmalar ve savaşlar sonrasında medya ortamında meydana gelen değişimin niteliğini gösterecek ve sosyal medyanın bize verdiği büyük tezahürlerden yararlanacak olan yeni alıcı deneyimin parametrelerini belirleyecektir. Sosyal medyanın başarısızlığından dolayı da acı maliyetlere maruz kalacağız.
Arap-İsrail çatışmasını çevreleyen medya ortamı değişti. Bununla birlikte aktörlerin kaderi de değişti. Özellikle Batı'da ‘geleneksel medya’ organının mesleki ve etik yükümlülüklerinin arttığı bir dönemde, ‘sosyal medya’ camiası hâlâ geniş arenalarında hiçbir kısıtlamaya uğramadan saldırıyor.
David Ben-Gurion İsrail'de Başbakanlık makamına geldiğinde, gazete editörlerini de içeren bir organ kurmaya hevesliydi. Üyelere tavsiyelerde bulunmadan önce şunları söyledi: “Sözlerimizi tartmalı, düşmana bilgi vermemeli ve halkımızın arasına nifak ve kaos sokmamalıyız.”
İsrail medyası daha sonra Ben-Gurion'un direktifine uymaya devam edecek ve hatta daha sonra gelen Başbakan Ariel Şaron, 2001 yılında ‘yayın sansürleme’ yetkisini de kendi yetkileri arasına dahil edecekti.
2010 yılında dönemin Savunma Bakanı Ehud Barak İsrailli askerlere, komutanlara ve medya profesyonellerine hitap ederek onlardan “medya mesajlarının, düşmanın İsrail’le savaşı yürütemeyeceği ve Filistinlilerin barıştan başka seçeneği olmadığı yönünde olmasını” isteyecekti.
İsrail’in medya makinesini kullanma ve yönlendirmeye yönelik tüm bu girişimleri, tıpkı Arap vatandaşların haberleri dinlemek için radyoların etrafında toplandığı Ekim Savaşı günleri gibi geride kaldı ve geçmişin bir parçası haline geldi.
Geçtiğimiz cumartesi sabahı çıkan çatışmaya ilişkin görüntüler cep telefonları ve ağırlıklı olarak ‘sosyal medya’ aracılığıyla yayıldı. Bu durum, siyasi liderleri savaş medyası ve savaş medyasına yönelik stratejilerini gözden geçirmeye zorlayacaktır.
Çatışmaya ayak uyduran ‘sosyal medya’ makinesi, hız, görsellerin kolay kullanımı, yetkililerin hesaplarına erişme ve gelişmelerle ilgili etkileşimleri ve görüşleri takip etme fırsatları sağlama gibi avantajlarla karakterize edilirken, aynı zamanda ciddi dezavantajları da vardı.
Bundan dolayı içeriğin büyük bir kısmı yalan ve yanlış bilgilerle doluydu. Bir kısmı bilgilendirme ve analiz etme girişimi değil, propaganda yapma ve çatışmanın taraflarından birini tanıtma niyetiyle çoğunlukla tek bir yöne eğildi. Ayrıca kullanıcıların duygularını sarsabilecek veya bunları izleyen bazı kişilerin onurunu zedeleyebilecek resim ve videoların gösteriminde profesyonel ve etik hususlar dikkate alınmadı.
Elbette hepsi bu kadar değil. Birçok yorum ve etkileşimde nefreti kışkırtan ırkçı sözcük veya ifadelerin kullanılmasına yönelik açık bir eğilim de mevcuttu.
Savaş iki medya arasında yaşanır hale geldi. Bunlardan biri standartlarla öne çıkıyor ve aynı zamanda kısıtlanıyor. İkincisi ise sınırsız ufkundaki devasa enerjisiyle hareket ediyor. Bu yüzden çok daha fazla hata yapıyor.