Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Filistin ve dinî savaş tehlikesi!

Pek çoğumuz din savaşı ve tehlikeleri hakkında konuşmaktan kaçınıyoruz. Çünkü bunun dünyayla ilişkiler ve din üzerinde birtakım sonuçları var. Ancak Araplar ve Müslümanlar olarak biz, 19’uncu yüzyıldan beri dünyaya ve onun medeniyetlerine karşı bir din savaşı yürütmekle itham ediliyoruz. Bu suçlama, sömürgeci İngilizlerden ve Fransızlardan geldi. Onlar, cihat adı altında yürütülen sömürge karşıtı direniş hareketlerini din savaşları olarak değerlendirirken, Müslümanlar da sömürgeciliği yeni bir Haçlı savaşı olarak görüyordu. 1990’larda ‘medeniyetler çatışması’ teorisini ortaya atan Samuel Huntington, Soğuk Savaş’ta muzaffer olan Yahudi-Hıristiyan medeniyetiyle karşı karşıya olduğunu iddia ettiği dünya üzerinde bir din savaşı yürütülmeye devam ettiğini gösterdi. İslam da ‘kanlı tohumlara’ sahipti. Yanlış hesaplar ve kötü yönetimler arasında geçen sonraki yıllar, özellikle 2001 saldırıları ve Suriye ile Irak işgalleri sonrasında El-Kaide’nin ve DEAŞ’ın programları ve eylemleri bakımından Huntington’ın iddialarını destekliyor gibiydi.

Araplar ve Müslümanlar son on yıllarda devletler ve dinî kurumlar aracılığıyla İslam adına terörizm ve aşırılıkla mücadele etmek ve şiddete onay ya da destek verdiği yanılgısını doğuran kavramlara ve söylemlere köklü bir eleştiri getirmek suretiyle yeni bir İslami reform gerçekleştirmek için çok çaba sarf etti.

Bununla birlikte 1970’li ve 1980’li yıllarda yükselen ve 1990’lı yıllarda şeriatın uygulanması ve İslam devleti konusunda partilerin bir söylemi haline gelen İslamcı dalga; ekonomik, toplumsal ve siyasi sorunların da baskısıyla rüzgârın İslamcıların yelkenlileri için esmeye devam etmesine sebep oldu. Buna Oslo Anlaşması’nın (1993) İzak Rabin suikastıyla (1995) birlikte geçerliliğini yitirmeye başlaması ve İsrail içinde Suriye’nin, sonra da İran’ın desteğiyle Hamas tarafından gerçekleştirilen intihar saldırılarının artması eşlik etti. Eşlik eden bir diğer unsur ise yerleşimleri savunan sağ ile dindar sağ da dahil olmak üzere İsrail sağının yavaş yavaş yükselmesi oldu. Bunların yanı sıra Bin Ladin’in ‘Yahudiler ve Haçlılar’ ile mücadele etmek için bir cephe oluşturduğunu duyurması da yangını körükledi (1998).   

Din adına şiddet, El-Kaide’nin 2001 yılında ABD’ye saldırı düzenlemesi ve Avrupa’nın farklı ülkelerinde terör saldırılarının devam etmesiyle doruk noktasına ulaştı. On yıl içerisinde birçok faktör bir araya geldi ve cihatçılar ve onların ardındaki büyük çıkarlar adına terörizmin tırmanmasına tepki olarak İslamofobi akımları da yükselişe geçti.

İslam adına dinî şiddet eğilimi, İsrail’deki şiddetli dinî eğilimin yükselişinden önce görüldü. Zira İsrailli yetkililer ve İşçi Partisi, ayrıca 1890’lı yıllarda Siyonist hareketin oluşumundan itibaren mevcut olan ve tarihe, anılara, vaatlere ve anlaşmalara dayanan hafif bir dinî kisveye bürünmüş sağcı ulusal hareketler ve partiler Araplara karşı şiddet uyguluyordu. Bununla birlikte 1990’lı yılların ortasından sonra milliyetçi sağ ile dindar sağ arasında bir yakınlaşma ortaya çıktı. Ayrıca özellikle aşırıya kaçan yerleşimciler tarafından Filistinli vatandaşlara yönelik şiddet çağrısı ve uygulaması konusunda bir yarış meydana geldi. Siyasetçiler, dindar sağ ile yerleşimci sağ arasında kendilerine seçmenler aramaya başladılar.

Ben burada yirmi yılı aşkın bir süredir görülen gelişmelere ve bu gelişmelerin anılarına makul bir açıklama getirmeye çalışıyorum.

Hedeflerde bir ayrılık, uyumsuzluk ve büyüme yaşandı. Oslo Anlaşması’nın başarısız olmasıyla birlikte Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) zayıfladı, sonra da Yaser Arafat hastalanarak öldü ya da öldürüldü. Hamas’ın, İslami Cihad’ın ve El-Fetih karşıtı bazı örgütlerin popülerlikleri arttı ve 2007’de Gazze’nin ele geçirilmesinden sonra Batı Şeria’yı da ele geçirebilecekleri ve FKÖ ile Fetih’i devralabilecekleri yönündeki umutları arttı. Bu yüzden İran’ın müttefikleri haline geldiler ve dinî propagandaları ya da cihat adına nehirden denize kadar kurtuluş mücadelesi verdikleri yönündeki iddialar hız kazandı. Tüm bunlar, daha önce de söylendiği gibi iç politikalarını ve dünyayla ilişkilerini, özellikle de ABD’yle düşmanlığını belirleyen İslami bir ideoloji benimsemiş İran’la ittifakı derinleştirdi.

Hamas, 7 Ekim’de Gazze çevresindeki yerleşimlere baskın yaptığında İsrail’in ortalığı velveleye vermesinden ziyade Batı’nın kararlı tarafgirliği, İslamofobinin tüm çevrelerde, özellikle de deneyimli siyasetçiler arasında halen güçlü olduğu konusunda bizi uyardı. Politikalar ile ideolojiler arasında keskin bir ayrım yapmak mümkün değil. Ancak ne olursa olsun hâkim düşünce şuydu: Hamas ve ara sıra da Araplarla Müslümanlar, Yahudilerden nefret ediyor ve onları köklerinden koparmak istiyor; dinleri böyle emrediyor ya da en azından içlerinden bir grup buna inanıyor.

İsrail’de varlığa yönelik yoğun bir korku hüküm sürüyor ve dindar sağ, Tevrat’ın adaklarına ve müjdelerine müracaat ediyor. Dinî müjdeler ise askerlerden ziyade siyasetçilerin dilinden dökülüyor. Tevrat’ın öldürme emirleri, İşaya’nın kehanetleri ve diğerleri, bu müjdeler arasında sayılabilir. Buna karşılık Hamas’ta ise şehitlik ideolojisi hâkim olmakla birlikte bu, FKÖ milliyetçiliği ve vatanperverliğiyle tekrar karıştı.

Peki, onların deyimiyle “İslam’ın eli kanlıyken!” tüm bu anlattıklarımız, her iki taraftan da bir din savaşına doğru gidildiğini söylemek için yeterli mi? Yoksa bu yaşananlar, tüm eğilimleri en uç noktalara sürükleyen savaş koşullarından mı ibaret?!

Gerek Hamas ve İslami Cihad gerekse İsrailli dinî partiler olsun hem Arap hem de İsrailli taraflar çok dünyevi. Hamas’ın çatışmalar nedeniyle halk nezdinde bir popülerlik kazandığı doğru. Ama her iki tarafta da çoğunluk, çatışmaya dinî bir çözüm düşünmüyor. Yani dünya, El-Kaide’nin ve DEAŞ’ın egemenliğine izin vermediği gibi, din adına yapılan soykırımlara da izin vermez, veremez.

Biri dinî, ikisi stratejik olmak üzere üç mesele var:

Dinî olan köklü reform hareketini sürdürmek, kavramları eleştiriye tâbi tutmak ve dinî, siyasi ve kültürel otoriteler tarafından ne pahasına olursa olsun bilhassa din adına şiddeti reddetmek için çabalamaktır.

İkinci mesele, Filistin meselesinin diplomasiyle, siyasetle ve iki devletle çözülmesi için Araplar düzeyinde bir fikir birliğine varmaktır. Ki böylece Filistinliler, soykırımlara hedef olmasın ve halk acıların, kışkırtmaların, kendine ve dünyaya karşı öfkenin ağırlığı altında ezilmesin. Zira tüm bunlar, istikrarlı ve müreffeh ülkelerde bile normal hayatı zorlaştırıyor.

Üçüncü mesele ise ne bedel ödenirse ödensin bu İran menşeli kutuplaşmadan kurtulmaktır. Onlar, sadece dört bir yanda ve hatta Filistin’le uzaktan yakından alakası olmayan konularda savaşlar ve kargaşalar çıkarmaya gönüllü. İslamcı hareketlerin tek sorumlusu onlar değil belki ama Arap ülkelerinde huzursuzluğun yayılmasının neredeyse tek sebebi onlar. İran yoksa Filistin’de savaş yok. İran yoksa bugün din adına savaş yok.

Güç ve kuvvet yalnızca Allah’tandır.