Sam Mensa
TT

İsrail ölüm makinesini durdurmanın önündeki engeller

Hamas Hareketi’ne karşı acımasız, histerik savaşını sürdüren ve Gazze Şeridi’nde binlerce sivilin canına mal olup tarif edilemez bir yıkıma neden olan İsrail’e ABD tarafından ne kadar etkili baskı yapılabileceği sorusu haklı bir hal aldı.

Yeryüzündeki tüm ülkeler ve uluslararası kuruluşlardan ateşkes sağlanması, çatışmalara insani ara verilmesi, savaş yasalarına saygı duyulması ve sivillerin korunması yönünde gelen çağrıların hiçbirine İsrail’de kulak asan yok. Sivillerin acılarını dindirecek, onları koruyacak ve çatışmaların başka cephelere yayılmasını önleyecek insani bir ateşkes sağlanması için İsrail’in baş destekçisi ve müttefiki Washington’a yapılan çağrıların ve baskıların bile bir etkisi olmadı. Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin geçen çarşamba günü aldığı ‘çatışmalara insani ara verilmesi ve insani koridorlar açılması’ çağrısında bulunan kararı da aynı kaderi paylaşacak gibi görünüyor.

ABD’nin etkili bir baskısının olmamasının sebeplerine verilecek cevaplar karmaşık ve çetrefilli. Bunların kimi ABD ile, kimi İsrail ile, kimi de Hamas ve İran eksenindeki müttefikleriyle ilgili.

Savaşın ilk günlerinden bu yana İsrail liderlerinin ve yetkililerinin yanında yer alan, İsrail’i korumak ve düşmanlarını caydırmak için filolarını gönderen, en gelişmiş silahları sağlayan sağlamaya da devam eden ve 14 milyar dolar değerinde yardım yağdıran ABD’nin gerçekten İsrail’in çılgınlığını dizginleyebilecek gücünün olmaması mantıklı mı?

Öncelikle ABD’nin iç faktörlerini veya Washington’da yönetimin hareketlerini sınırlayacak olan siyasi çekişme birimi olarak adlandırılan şeyi küçümsememek gerekir. Ayrıca mevcut durum hakkındaki yaklaşımlarda iç çekişmeler de söz konusu. Nitekim gelecek başkanlık seçimlerinin etkisiyle bu aşikâr hale geldi. Bununla birlikte, ABD’nin iç anlaşmazlığını bir tarafa bırakacak olursak, ABD’nin içinde ve genel olarak Batı’da, Gazze’nin 7 Ekim operasyonu öncesindeki eski duruma geri dönmesini ve Hamas’ın burada siyasi ve askeri bir güç olarak devam etmesini kabul etmeme hususunda bir fikir birliği de var. Hamas, İslami Cihad ve Hizbullah gibi devlet dışı örgütler, zafer ilan edip sebep oldukları insani ve maddi hasarların boyutuna bakmaksızın sadece varlıklarını devam ettirmek için bu zafer üzerine politikalarını dayandırmayı adet haline getirdiler. ABD’liler, Avrupalılar ve diğerlerine göre Hamas’ın varlığını sürdürmesi, İran ekseni ve direniş için bir zafer anlamına gelecek. Bunun bölgenin güvenliği ve istikrarı üzerinde yaratacağı tüm sonuçlarla birlikte, gelecekte bazı bölge ülkeleri İsrail’e karşı yapılan Aksa Tufanı’na benzer operasyonlara maruz kalacaktır. Ayrıca Hamas’ın zaferinin yansımaları Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) ve Filistin Yönetimi’nin geleceğini de etkileyecektir. Filistin davasının İslamlaştırılmasını ve şiddet yanlısı radikal ve ideolojik düşünceyi güçlendirecektir. Dolayısıyla bu durum, bölgede İsrail ile barış yapma ve çözüme ulaşma alanlarını daraltacak ve siyasi, ekonomik ve toplumsal açıdan Arap ılımlılığının çıkarlarını tehdit edecektir. Bölge ülkeleri arasında iç anlaşmazlıklara ve savaşlara ardına kadar kapıların açılması da cabası.

İsrail ile ilgili sebepler de çok fazla. Bunların başında, ordunun ve İsrail vatandaşlarının Hamas Hareketi’nin operasyonu sonucu yaşadıkları şokun boyutu, insani kayıpların fazla olması ve Hamas’ın hem askeri hem de plansal açıdan yetenekleri ile şaşırtması geliyor. Buna ilaveten, hem sivil hem de askeri bazı İsrailli liderlerdeki tipik kibir unsuru da var. Sağcı hükümetin ve başbakanın politikalarına karşı protesto hareketleri sonucunda açıkça görülen iç anlaşmazlıklar da var. Bazıları İsrail’in başına gelenleri bu politikalara bağlıyor. Aynı bağlamda, savaşın bitiminden sonra geleceğiyle ilgili şahsi kaygılara kapılan Binyamin Netanyahu, savaşın süresini uzatmaya ve barbarlığını artırmaya çalışıyor. Belki de bununla, ABD’yi İran’ın da dahil olduğu bölgesel bir savaşa çekip hatalarını bu savaşın sonuçlarının yanında küçük olarak göstermeyi hedefliyor.

İsraillilerin çoğunluğunun, özellikle de karar alma mercilerindekilerin düşüncelerini daha derinlemesine inceleyecek olursak, çatışmaların durdurulmasının ve dolayısıyla gelecekte daimi barışı sağlamanın önünde iki sorun veya engel öne çıkıyor: Birincisi, İsrail devletinin yanında, askerden arındırılmış olsa bile bir Filistin devleti olmasına hastalık derecesinde ve kronik düzeyde karşı çıkma hali ile Filistin halkının hakları olduğuna ve bu hakları yeniden kazanıp bağımsızlığını elde etmesinin kaçınılmaz olduğuna inanmama durumudur. Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in Filistinlilerin Filistin topraklarından tehcir edilmesi ve onlara tazminat ödenmesine ilişkin sözleri, azımsanmayacak sayıda İsraillinin zihninin derinliklerinde yatan düşüncelerin açığa vurulmuş halidir.

İkinci sorun ya da engel, İsraillilerin, İran’ın rolünü kontrol altına alma ve İsrail ile diğer ülkeler üzerindeki tehdidini engelleme noktasında iki devletli çözümün ve Filistinlilere çalınan meşru haklarının bir kısmının verilmesinin önemini anlamamaları veya anlamak istememeleridir. Bu bilinçsizliğin sebebi, İsraillilerin çoğunun Filistin kartını İran ve müttefiklerinin elinden çekmenin önemine kani olmamış olmalarıdır. Oysa ki, bu gerçekleştiğinde, İran'ın İsrail’e karşı savaşma kisvesi altında daha fazla grup ve milis kurup onları silahlandırmaları ve ideolojik fikirlerini yaymaları için bir bahaneleri kalmamış olur. İşte o zaman İran bölgedeki siyasi ve güvenlik araçlarının ve yeteneklerinin çoğunu kaybeder. Ayrıca İsrailliler, sınırlarındaki bir Filistin devletinden gelebilecek riskler ne kadar büyük olursa olsun, bunun İran’ın kendilerine ve bölgedeki barış ve ılımlılığa yönelik tehdidinden daha az tehlikeli olacağına da ikna olmuş değiller.

Hamas ve İran ekseninde, Gazze savaşı ve trajedileri sözlüklerinden bir harfi bile değiştirmedi. Daha Riyad’daki Arap-İslam zirvesinin kararlarının mürekkebi kurumadan İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü çıkıp İran’ın zirvenin sonuç bildirgesindeki şu dört maddeyi reddettiğini ilan etti; iki devletli çözüm, 1967 sınırlarına dönülmesi, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) ve Filistin Yönetimi’nin Filistinlilerin tek meşru temsilcisi olarak kabul edilmesi ve 2002 Arap Barış Girişimi. Tabiki Hamas, Hizbullah ve diğer direnişçiler Tahran’daki Velayet-i Fakih’ten daha az tutucu değil. Dolayısıyla, Tahran, Hamas veya Hizbullah’dan Washington veya Batılı ülkeler ve İsrail tarafından üzerine inşa edilebilecek hiçbir girişim veya uzlaşma çerçevesi çıkmayacaktır. 60 yılı aşkın bir süredir direniş ittifakının tutumları, Cemal Abdunnasır, Hafız Esed, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi’nin pozisyon ve sloganlarının güncellenmiş bir versiyonundan öteye gitmemiştir. Bunların hepsi Filistin halkına başarısızlıklar, çöküşler ve trajediler getirmiştir.

Sonuç, özellikle Riyad’daki Arap-İslam zirvesinden sonra bizi ılımlı Arap ülkelerine döndürüyor. İran ve Suriye’nin çekincelerine rağmen bu ülkeler, neyi kabul ettiklerini ve reddettiklerini; ABD’lilere, Batı’ya ve İsrail’e bir kez daha ve nihai olarak açıkça söyleyebilen yegane ülkeler oldu. ABD ve Avrupa’ya, İsrail’e baskı yapma noktasında cevap vermeleri için belli bir zaman verildi. Arap dünyası tarafından kabul edilenler ve karşı çıkılan noktalar belirginleştirildi; Filistin topraklarında Filistin Yönetimi’nin liderliğinde Batı Şeria ve Gazze’yi kapsayacak bağımsız bir Filistin devleti, kutsal yerler için ‘özel prosedürler’, mültecilere yönelik çözümler bulunması ve yerleşim yerlerine ve Filistinlilerin tehcir edilmesine ilişkin projelere derhal son verilmesi. Daha sonra daha fazla müzakere için bir temel olarak 2000 yılındaki ‘Clinton Kriterleri’ne geri dönülebilir.

Bundan sonra ılımlı Arap ülkeleri şöyle diyebilir:

“Mesajı ilettiğimize şahit olun.”