ABD ile İsrail arasındaki görüş ayrılıkları artık gizli değil. Hatta, özellikle en önemli ABD medya kuruluşlarının bazıları tarafından yayınlananlarla bu durum açıkça gözler önüne seriliyor. Bu medya kuruluşlarının İsrail-Filistin meselesine yönelik onlarca yıldır benimsedikleri yaklaşımları ve habercilikleri farklılaşıyor. İsrail’e yakın çevrelerin bu medya kuruluşlarına yönelik eleştirileri de bunun bir göstergesi.
ABD siyasi elitlerinin çoğunun hala gözü kapalı bir şekilde İsrail’i desteklediği kabul edilmekle birlikte, Washington ile Tel Aviv arasındaki ilişkilerin artık eskisi gibi olmadığının da kabul edilmesi gerekiyor. Ortada pek çok düzeyde gözle görülür bir görüş ayrılığı var. İsrail’e mutlak destek verilmesini savunan solcular, Liberaller ve özellikle de gençlerden oluşan bir akım varken, şartlı bir şekilde destek verilmesi ile kayıtsız şartsız destek verilmesi gerektiğini söyleyen diğer akımlar da mevcut.
ABD Kongre Araştırma Servisi’ne göre, ABD’den 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en çok yardım alan ülkenin 150 milyar dolarla İsrail olduğunu baştan hatırlatalım.
Burada iki ülke arasındaki ilişkilerin birden fazla kez sarsılma yaşadığını da belirtmek gerek. Bunlardan en dikkate değeri, 1956 yılında Mısır’a karşı Fransız, İngiliz ve İsrail’in üçlü saldırısının görüldüğü dönemde yaşandı. O zamanlar ABD Başkanı Dwight Eisenhower, bu ülkelere geri çekilmeleri için bir ültimatom vererek onları geri çekilmeye zorlamıştı.
1975’te Sina’dan çekilme meselesi ve 1985’te İsrail adına casusluk yapmakla suçlanan Jonathan Pollard davası olarak bilinen olay bunlara bir örnek. Aynı şekilde, 1990 yılında ABD Dışişleri Bakanı James Baker’ın Filistinlilerle barış yapma şartları konusunda İsraillileri sert bir şekilde eleştirmesinin ardından ilişkilerde ender görülen bir gerilim yaşanmıştı. Benzer şekilde, Washington, 2016 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nde İsrail yerleşimlerini kınayan karara karşı veto hakkını kullanmamıştı.
Son zamanlardaki en belirgin gerilimler, Binyamin Netanyahu’nun aralıklı 12 yılı aşkın başbakanlık görevi sırasında -Donald Trump’ın 2016’dan 2020’ye kadar olan başkanlık dönemi hariç- meydana geldi. Bu dönemde bir dizi anlaşmazlık ortaya çıktı. Bunların en önemlisi, Yahudi-ABD çevrelerinin içinde imza yanlıların olmasına rağmen Netanyahu’nun şiddetli bir şekilde karşı çıktığı İran nükleer anlaşmasıyla ilgiliydi. Buna ‘ağlama duvarında ortak dua anlaşması’ konusundaki gerilim de eklendi. Bu durum Yahudi toplulukları ile İsrail hükümeti arasında iplerin gerilmesine neden olmuştu. ABD ve İsrail arasındaki ilişkiye zarar veren gerilimlerin başında, ABD başkanlık seçimlerinde oy verme yönelimlerindeki farklılık da geliyor. Zira ABD’deki Yahudi topluluklarının çoğunluğu Demokrat Parti ile aynı çizgide yer alıyor. Avrupa’ya gelince, İsrail hükümetinin, özellikle İsrail’in ittifaklar kurduğu Doğu Avrupa’daki sağcı popülist güçlerle müttefik olma eğiliminde de gerginlik açıkça görülüyor.
Bütün bunlara ek olarak yakın zamanda iktidara gelen aşırı sağ koalisyon, Filistinlilere yönelik şiddeti daha da artırdı. İsrail toplumunda bölünmeye neden oldu ve Yüksek Mahkeme’nin yetkilerini değiştirmeye ve genel olarak demokratik uygulamayı kısıtlamaya yönelik projelerle ilgili iç anlaşmazlıklar ve benzeri görülmemiş protestolar sonucunda siyasi ve sosyal çatlağı derinleştirdi. Bunun yansımaları orduya ve güvenlik hizmetlerine kadar uzandı ve İsrail’in zayıf olduğu izlenimini verdi.
Bu son faktör belki de ABD ile İsrail arasındaki gerilimin, hatta anlaşmazlığın en tehlikeli ve en önemli nedenlerinden biri. Zira içeride aşırı sağcı bir politika izleyen bu hükümet, Washington’un ilişkilerini kestiği ve ötekileştirdiği rejimlerden çok da bir farkı olmayan bir müttefiki olarak, eylemleri ve tavırlarıyla Washington’u zora soktu.
İki ülke arasındaki gerilimin en belirgin tezahürlerinden biri, İsrail Güvenlik Bakanı’nın ABD Başkanı’na “İsrail bağımsız bir devlettir, ABD bayrağındaki başka bir yıldız değil” şeklindeki sözleri olmuştu. Bundan önce de Netanyahu’nun oğlu Washington’u protestoların arkasında olmakla suçlamıştı. İsrail’in artık geçmişte olduğu gibi ABD’li Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin üzerinde uzlaştığı bir konu olmadığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Batı’daki, özellikle ABD’deki Yahudi diasporasının, meşruiyet kaynağı olarak İsrail’de demokrasinin düşeceği ve yönetimin sivil devlete düşman bir teokrasiye dönüşeceği yönündeki büyük korkusunu da unutmamak gerekir.
İsrail ile ilgili son iç faktör, Tel Aviv’in bir yandan ABD’nin dayandığı değer ve ilkelerden kademeli olarak uzaklaşırken, diğer yandan Ukrayna savaşı gibi geniş bir başlık altında ABD ve müttefikleriyle amansız bir savaşın içerisinde olan Vladimir Putin gibi liderlerle özdeşleşmeye gitmesidir. Bu hükümetin Filistinlilere yönelik politikaları ve niyetleri kendisini tam anlamıyla apartheid bir devlete dönüştürdü. Bu, ne kadar sağcı ve muhafazakar olursa olsun hiçbir ABD yönetiminin hazmedemeyeceği bir şeydir.
Tüm bu değişikliklerin ortasında, 7 Ekim’deki Hamas operasyonunun ardından Gazze savaşı, ABD yönetimi -ve genel olarak ABD’liler ile özel olarak ABD’li Yahudiler- için görmezden gelinmesi zor bir uyarı zili olarak geldi ve belki de bu hepsi için bir hayal kırıklığı oldu. Hayal kırıklığı, ne kadar korunaklı olursa olsun her ülkede olabilecek istihbarat hatasından değil, Washington’un son 70 yılda Tel Aviv’e sağladığı mali, askeri ve siyasi destekle İsrail’e bağladığı beklentilerin ve umutların çöküşünden kaynaklanıyor. Washington, Doğu Akdeniz’de benzeri görülmemiş bir askeri hareketlilik gösterdi. Bunun sebebi İsrail’i korumaktan ziyade, Gazze savaşının genişleme olasılığına karşı şu aşamada olayların bölgesel bir savaşa kaymasını engellemekti.
Oluşan hayal kırıklığı, aynı zamanda, Netanyahu’nun iktidara gelmesinden bu yana İsrail’in sistematik politikalarının bir sonucudur. Zira Netanyahu yönetimi, ABD politikasına İsrail’in gündemlerini dayatmaya çalıştı ve bu durum Washington’u çıkarlarını, güvenliğini ve ortaklarının güvenliğini korumak için dayandığı Ortadoğu’daki ana stratejik müttefiki İsrail’i korumak için müdahale etmeye zorladı. Ancak İsrail’in uygulamaları, uluslararası ilişkilerin bu hassas ve karmaşık aşamasında ABD’nin çıkarlarını dikkate almadı. Aynı zamanda ABD’nin bölgedeki barış arayışı ile İbrahim Anlaşmaları’nı genişletme ve İsrail-Filistin çatışmasına sürdürülebilir bir çözüm bulma arzusunu da göz ardı etti. Bunlar, özellikle Gazze’de devam eden savaş sırasında ve havuç ve sopa diplomasisi ile aynı zamanda sert ve yumuşak güce dayalı performansı sırasında bu yönetimin tüm resmi tutumlarında görülmüştür.
Gerek İsrail gerekse dünya çapındaki ve ABD’deki Yahudi kuruluşları açısından hala stratejik olan ABD ile ilişkilerin geleceği, bir yandan Gazze savaşının sonuçlarına, diğer yandan aşırı sağın geleceği ile İsrail siyasi yaşamındaki rolüne ve özellikle ABD’deki Yahudi topluluklarındaki değişimlere bağlı.
ABD’nin hayal kırıklığı, Washington’u bu gerçekleri atlayarak İsrail’e anlaşmazlığın çözümünü dayatmaya itecek mi? İlişkilerin düzeltilmesi muhtemelen kaçınılmaz hale geldi.