Hazım Sağıye
TT

Zenginleştiren Filistin ve fakirleştiren Filistin

Aksa Tufanı yaşandığında, Hamas eylemini el-Kaide örgütünün ABD'deki 11 Eylül saldırısına benzeten, çoğu İsrailli ve Batılı olmak üzere pek çok ses ortaya çıktı. Bazıları daha da ileri giderek Hamas eylemini tam olarak “İsrail'in 11 Eylül’ü” varsaydılar.

Ancak öte yandan benzetmelere daha az bağlı ve deneyimlerden elde edilen önerilerle daha fazla ilgilenen başka sesler de ortaya çıktı. Onlara göre eğer bu benzetme doğruysa, daha doğru olan, 11 Eylül saldırılarına verilen Afganistan ve Irak savaşları gibi bir reaksiyondan dünyanın korunması gerektiğidir. Bu görüşün dayandığı derin mantık, şiddet ve öldürmenin daha güçlü bir şiddet ve daha fazla öldürme ile çözülemeyeceği ve bunun herkes için sıfır toplamlı bir sonuca yol açacağıdır.

İsrail'in kaçındığı şey de tam olarak bu oldu, zira tam tersini uyguladı hem nitelik hem de nicelik olarak daha büyük bir şiddetle karşılık verdi ve Aksa Tufanı eyleminin hedef aldığından çok daha fazla masum sivili hedef aldı. Böylece İbrani devleti, eleştirilmesi dünyadaki tüm insani ve medeni duyguların zorunlu koşulu haline gelen intikamcı ve acımasız bir davranışı benimsedi ve hâlâ da benimsiyor.

İsrail'in ve Batı'nın adaletten ve hassasiyetten yoksun eylemleri bu tür davranışlara eşlik etti ve eşlik etmeye de devam ediyor. Medyada ve aynı şekilde askeri olmayan alanlarda, kolektif cezalandırmanın egemen olduğu askeri eylemle aynı şey uygulanıyor. Almanya gibi bir ülkenin tanık olduğu şey de tam olarak bu; Alman demokrasi deneyimine zarar verecek ve bu deneyime karşı gerçekten anti-demokratik ve anti-semitik olabilecek tepkilerin önünü açacak şekilde, İbrani devletine ve onun politikasına yönelik her eleştiri antisemitizmle eşitleniyor.

Hem askeri hem de askeri olmayan yönleriyle bu adaletsiz davranış, bizi yakıcı bir soruyla karşı karşıya bırakıyor; adaletsizliğe ve ihlallere reaksiyon hangi noktada durmalı ki, başkalarına zarar vermeden önce kendine zarar vermenin eşlik ettiği bir hatanın kaynağı haline gelmesin?

Hizmet etmek istediği çıkarlara ve hizmet ettiğini söylediği değerlere destek veremeyen ABD'nin 11 Eylül reaksiyonu, ABD'ye karşı savaşan ya da öyle tanımlanan tiranları ve despotları yüceltme yönünde yaygın bir eğilimi tetikledi. Böylece Arap ve İslam dünyasında Usame bin Ladin'i ve ardından Saddam Hüseyin'i savunan ve onları büyük kahramanlar olarak yücelten geniş kesimler ortaya çıktı. Öte yandan Taliban lideri Molla Ömer için yazılan platonik ve serbest aşk şiirleri korundu.

Bugün birkaç Arap şehrinde, Yahya el-Sinvar ve Muhammed ed-Dayf’ın yanı sıra Ebu Ubeyde gibi Hamas liderlerinin yüceltilmesi ve liderleştirilmesi şeklinde benzer bir şeye tanık oluyoruz. İsrail'in vahşileşen davranışının kendisine karşı koyanların imajının güzelleşmesine yol açması anlaşılır görünüyorsa, İsrail'e veya genel olarak herhangi bir şeye ilişkin tutumun insanları, liderleri, olayları ve tarihi yargılamada tek standart haline gelmesi anlaşılamaz bir şeydir.

Bu gibi yargılamalarda muhakeme sahipleri, mevcut Arap yaşamımızı dolduran, bizi denemelerden muaf tutacak ama felaketlere sürükleyecek yeni kurtarıcılar seçmek yerine, kendisi ile yüzleşmemizi ve çözmemizi gerektiren pek çok hayal kırıklığını gizliyorlar. Ama bu muhakeme sahipleri, bizlerin dünyasını ve algısını belli bir mesele ya da belli bir çelişki üzerine kuran tek taraflı insanlar olduğumuzu bizzat kendileri ortaya koyuyorlar. Filistin meselesinin ister yönetici ister yönetmeyi arzulayanlar olsun kendisinden faydalananların çoğunun sunduğu uzun geçmişinin kanıtladığı gibi, tek taraflı varlık, onu manipüle etmeyi seçen herkesin manipülasyonuna açıktır.

İsrail ile çatışmaya ilişkin tutum, önemine rağmen, bir tarafa veya kişiye karşı tutumun temeli olması gereken uzun bir meseleler listesini gizlemiyor. Bu meseleler arasında bir taraf veya kişinin biyografisi ile ilgili olanlar olduğu gibi,  İsrail ile çatışma kadar önemli olan sosyal, ekonomik, eğitimsel ve ahlaki nitelikteki diğer meselelere yönelik tutumlarla da ilgili.

Lübnanlılar bunun bir bölümünü yaşadılar, ateşiyle dağlandılar ve hâlâ da dağlanıyorlar. Hepimizin bildiği gibi 2006 yılında Hizbullah iki İsrail askerini kaçırdı ve bunun sonucunda ünlü Temmuz Savaşı yaşandı. Bundan sonra Hizbullah çok geçmeden profesyonel bir terfi ile “ilahi” haline getirdiği bir zafer ilan etti. Böylece “İsrail'i küçük düşüren” ve sözü geçen “ilahi zaferi” bize kazandıranlara karşı bir sevinç ve tapınma dalgası ortaya çıktı. Sevinmekten ve tapınmaktan çekinenler ise hemen hemen her konuda kendileriyle farklı fikirlerde olan Hizbullah’a karşı tüm çekincelerini sadece İsrail’e karşı savaştığı ve bazılarımız arasında yaygın anlatıma göre onu mağlup ettiği için yuttular.

Bir mesele diğer meselelerin üzerini örttüğü için bu zaferin, bugün Lübnan'da her düzeyde gördüğümüz korkunç duruma yol açtığı dikkatimizi çekmedi.

Doğrusu, bizi en fazla sokan bu tek mesele teorisi oldu ve akrepler yalnızca İsrail'e karşı savaşanlarla sınırlı kalmadı. Hiçbir zaman gelmeyecek uygun yer ve zamanı seçtikten sonra bir gün İsrail ile savaşacaklarını söyleyenler de her zaman bu akreplere eklendi.

Gerçek şu ki, İsrail'in davranışlarını en çok tehdit eden ve karşı koyan şey, Filistin davasını başka meselelerle ve anlamlarla bir arada yaşamaya zorlayarak zenginleştirmektir. İsrail'in bizi tüm öz tanımlamalardan mahrum bırakmasına ve bizi sadece “anti-İsrail" şeklinde özetlemesine izin vermeye gelince, bu onun Gazze'yi yok etmesinden daha büyüktür ve en önemli zaferi olacaktır.