Yirminci yüzyılın başından bu yana bin tanınmış şahsiyet Nobel Ödülü'ne layık görüldü ve bunlardan yalnızca 4'ü evli çiftlere ortak bir şekilde verildi. Fakat 2 kere de eşlere birbirlerinden ayrı ödül verildi. Mesela Profesör Gunnar Myrdal 1974 yılında ekonomi alanında ‘Nobel Anma Ödülü’nü alırken, eşi Alva 1982 yılında ‘Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.
Gunnar Myrdal çağdaş ekonomi araştırmalarının önemli isimlerinden biri. Ama aynı zamanda sosyoloji üzerine de yazıp konuştu ve zaman zaman felsefenin ve tarihin kapılarını da çaldı. Devlet düzeyinde ekonomiye olan ilgisi ona, kamu harcaması olarak sınıflandırılanlar ile ülkenin geleceğini garanti altına almak için gelecek nesillere yapılan yatırım olarak kabul edilenler arasındaki çelişki noktalarını gösterdiğini düşünüyorum.
İkinci Dünya Savaşı’nın (1939-1945) bitişini takip eden yıllar, Avrupa siyasetindeki iki eğilim arasında yaygın tartışmalara tanık oldu; bunlardan biri, vatandaşlara gerekli tüm temel hizmetleri garanti eden bir ‘refah devleti’, ikincisi, rolü sosyal güvenliği sağlamak ve ülkeyi yurt dışında temsil etmekle sınırlı olan bir ‘gece bekçisi devleti’ çağrısında bulunuyordu. Myrdal ilk modeli seçti çünkü -öncelikle- sosyal adaletin servetin adil dağılımı yoluyla sağlanacağına ve bunun da özellikle insanların tek başına karşılayamayacağı temel eğitim, sağlık ve benzeri temel ihtiyaçları devletin karşılaması anlamına geldiğine inanıyordu. Ancak onun ana argümanı, tamamen ekonomik olan ikinci gerekçede yatıyordu ve özetle şöyleydi; vergileri artırarak bile olsa vatandaşların temel ihtiyaçlarını karşılamak, bir tüccarın veya imalatçının daha sonra kâr elde etmek için yatırdığı paraya benzer. Devlet temel kamu hizmetlerini sunduğunda toplumun üretim verimliliği yükselecek ve buna bağlı olarak özellikle gelecek nesillerin milli ve bireysel geliri de yükselecektir.
Profesör Myrdal'a olan ilgim onun büyüme ekonomisi ve ekonominin sosyal temelleri üzerine değerli çalışmaları, bilhassa ünlü ‘Asya Draması: Ulusların Yoksulluğunun Nedenleri Üzerine Bir Araştırma’ başlıklı kitabındaki kültür ile ekonomi arasındaki ilişkiye dair gözlemlerinden kaynaklanıyor. Prensip olarak eğitimin piyasanın ihtiyaçlarına göre işlemesi gerektiği görüşüyle çelişen, piyasa yapımında eğitimin rolüne ilişkin görüşüne özellikle dikkat çekmek istiyorum. Eğitimin piyasanın ihtiyaçlarına göre işlemesi gerektiği görüşünün sahipleri, gençlerin iş bulmak için eğitim aldıkları, dolayısıyla eğitimlerini işverenlerin istediği şekilde uyarlamaları gerektiği argümanını öne sürüyorlar. Bu bakış açısı, amaç olarak üretime ve para kazanmaya odaklanan daha geniş bir perspektifin parçası. Peki ya en yüksek hedef, yani insanın kendisi ne olacak?
Bana öyle geliyor ki bu fikir üzerindeki tartışma bizi bir tür kısır döngüye sürükleyecek. Zira ister birinci ister ikinci görüşü benimseyelim, ya araç olarak ya da amaç olarak diğerine ulaşacağız. Dolayısıyla konu sadece sözlü bir tartışmadan ibarettir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta eğitimin akla yapılan bir yatırım olduğu ve olgun beyinlerin kendilerinin zenginlik üreten fabrikalar olup, yalnızca bir işverene kiralanan deneyimler olmadıklarıdır. Hindistan'ın Silikon Vadisi olarak bilinen Bangalore şehri tecrübesi de bunu doğruluyor. Şehrin geçen yılki teknik hizmet ihracatı 38 milyar doları aştı. Bu para esas olarak akıl çalışmaları ile kazanıldı. Bu, eğitimin piyasa hizmetçisi değil, piyasa yapıcı rolünün gerçek bir örneği. Hindistan'ın seçtiği eğitim politikaları, gençlerine dünya pazarlarındaki sermayeyi cezbeden kanallara dönüşme fırsatı sundu.
Bu ihracatın karşılaştırmalı değerini göstermek için Bangalore'da teknik hizmetler sektöründeki toplam çalışan sayısının yaklaşık iki milyon olduğunu, buna karşılık Hindistan'ın toplam tarımsal ihracatının 33,5 milyar doları bulduğunu ve 152 milyon kişiye istihdam sağladığını belirtmek gerekir. Yani her tarım işçisi ihracata 220 dolar katkıda bulunurken, teknoloji alanında çalışan ise yaklaşık 19 bin dolar katkıda bulunuyor.
Bence bu, eğitimi piyasayı ve dolayısıyla ekonomiyi yaratmaya yönlendirmenin, doğası gereği deflasyonist olan ters yöne yönlendirmekten daha iyi olduğuna dair ikna edici bir argüman.