Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Batı: İmaj, medeni kimlik ve savaşın yansımaları

Osmanlıların ve Arapların, ilerleme isteyip bunun yolunu aradığı 19’uncu yüzyılda modernistler ve reformcular tarafından arzulanan model olarak Avrupa’dan bahsediliyordu. Ama bir sorun vardı: Avrupa, bir yağma ve sömürge kıtasıydı. Bizzat Avrupa’dan ödünç alınan değerlerle Avrupalıları yurtlarından çıkarmak isteyen bağımsızlık hareketleri ortaya çıkana kadar da bu sorunu çözmek mümkün olmadı.

Siyasi ve medeni Batı terimi ya da kavramı ise ABD’nin biri Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), diğeri İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) olmak üzere Avrupa’yı kurtarmak için iki kez müdahalede bulunduğu 20’nci yüzyılda yayılmaya başladı. Bu destek, soy ve medeniyet kimliklerine dayanıyordu. Zira Amerikalılar, Kanadalılar ve Avustralyalılar, korunan ve gözetilen Avrupalı kökenlere sahiplerdi. Gerçi bu kökenlerden siyasi bağımsızlık ve egemenlik için mücadele verip çatışmışlardı, ama olsun. Kök ile çok daha önemli ve güçlü hale gelen dal arasındaki ilişkiye dair yapılan çok sayıda tartışma bir yana; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı teriminin benimsenmesi, kökenlerin dikkate alınmasıyla birlikte stratejik gerekliliklerden de kaynaklanıyordu. Nitekim Avrupa daha önce Nazi Almanya’sına karşı duramadığı gibi, bir bütün olarak artık Sovyetler Birliği’ne de karşı koyamayacak durumdaydı. Jr. Bush yönetiminin önde gelen bakanı Rumsfeld ve sonra da eski ABD Başkanı Donald Trump, Avrupa’yı ‘Yaşlı Kıta’ olarak adlandırdı. Bununla kendini savunamama ve bu konuda Amerika’ya (NATO’ya) muhtaç olma halini kastediyorlardı. O dönemlerde bazı Avrupalılar; Irak savaşı gibi bir konuda ya da İsrail-Filistin çatışması veya Ortadoğu meselesi gibi farklı bazı tutumlarda ABD’nin iradesinden sapma cesareti gösteriyordu!

Dört ay önce Profesör Mac Sweeney, ‘Batı: Düşüncenin Tarihi ve Gelişimi’ başlıklı eleştirel bir kitap yayınladı. Kitapta asırlardan bu yana Batı’nın diğer medeniyetlere karşı uyguladığı ayrımcılığa dair büyük bir eleştiri var. Zira Avrupa, Hıristiyan iken bile dinî ve etnik açıdan kendisini Çinlilerden, Hintlilerden ve Müslümanlardan farklı görüyordu. Her medeniyet kendisini farklı görür, ama modern zamanlardan önce de çoğunlukla ‘Batı’ değil, ‘Avrupa’ konuşuluyordu.

Seçkin bir ‘kimlik’ olarak Avrupa ise 16’ncı yüzyıldan sonra Rönesans döneminde düşünülmeye ve Yunan ve Roma mirasıyla ilişkilendirilmeye başladı. Ulus-devlet tarihçileri, ‘ulusallık’ açısından Avrupa düşüncesinin de 19’uncu yüzyılın ilk çeyreğinde Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’nden bağımsız olma hareketiyle hız kazandığına ve çeşitli ülkelerden Avrupalıların (Lord Byron örneğinde olduğu gibi!) Yunan medeniyetinden bu yana devam eden ve tek Avrupa kimliği ve Avrupa birliği çağrılarına seve seve kulak verdiğine dikkat çekiyor!

‘Batı’ meselesi, farklı. Batı, 20’nci yüzyılda oluştu ve bu oluşumdaki ana faktör ABD idi. Bir yakınlık ve strateji olarak başladı ve sonra Soğuk Savaş’ta özgürlüklerle, demokrasiyle ve hatta kapitalist başarıyla Demir Perde’nin ötesinde bir medeniyet ve ‘ahlaki üstünlük’ haline geldi! Sovyetler Birliği Eski Ahit’te Eriha’nın duvarlarının yıkılması gibi yıkılıncaya kadar da böyle gelişmeye devam etti. Huntington, hâkim medeniyetle kana bulanmış sınırlara sahip İslam hariç, diğer medeniyetlerin kendisiyle yarıştığı ve kısa bir süre sonra medeniyet değerleri bakımdan bile kendisine ekleneceği bir Yahudi-Hıristiyan medeniyeti fikri geliştirdi.

Gerçeklikle çatışırken bozulsa da çağdaş ‘Batı’ imajı; Avrupa’nın Rönesans ve Aydınlanma çağı ile sömürge çağı arasındaki benlik imajıyla örtüşüyor. Sweeney’nin kitabı, bu imajın bugüne dek Avrupa ve Batı düşünce sisteminde mevcut olduğunu savunuyor. Alman yazar Stefan Weidner, ‘Batı’nın Ötesinde’ adlı kitabında 18’inci ve 19’uncu yüzyıllardaki üstünlük iddiasını ve ayrımcılığı ele alıyor ve bu yaklaşımın kalıntılarının Rusya-Ukrayna savaşında dahi görünür olduğunu düşünüyor.

İsrail ile Hamas arasındaki savaştan sonra artık işaretlere veya satır aralarına bakmaya ihtiyacımız yok. Zira bu en açık şekilde ve üç biçimde kendini gösterdi: (1) Yok olma ya da Yahudi karşıtları tarafından yok edilme tehdidi altında bir azınlık olarak Yahudilerin ve İsrail’in oluşturduğu istisna, (2) İlk unsurunun korunması gereken Yahudi-Hıristiyan medeniyeti, (3) Önde gelen Alman filozof Jürgen Habermas’ın ifadesinde de görüldüğü gibi, Nazizm’e karşı ve eleştirel ekollerde Yahudilerin öncülük ettiği özgürlük, mücadele ve aydınlanma medeniyeti.

Doğru, İsrail destekçisi birçok Batılı, konuşmasına İsrail’in kendini savunma hakkına sahip olduğunu söyleyerek başlıyor ve çok geçmeden Yahudi (Blinken) ve Siyonist (Başkan Biden) olduklarını ifade ediyorlar. Almanya Dışişleri Bakanı, Al-Arabiya’ya verdiği bir röportajda kendisinin bir Yahudi ya da Siyonist olduğunu söylemedi, ancak İsrail’in bir istisna teşkil ettiğini ve İsrail’in sivillerinin bir bakıma Gazze’nin sivillerinden ve çocuklarından daha değerli olduğunu da inkâr etmedi. Uluslararası medya mensupları ve küresel insani yardım kuruluşlarındaki çalışanlar, Amerika’nın Güvenlik Konseyi’nde insani sebeplerle ateşkes çağrısı yapan Arap projesine yönelik vetosu karşısında daha fazla dehşete düşmüş gibi görünüyorlardı!

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki ve uluslararası hukuktaki standartların aynı olmasını savunuyor. Bir gazetecinin, savaşı Hamas’ın başlattığı gerçeğine dikkat çekmeye çalışması üzerine Guterres, bunu şiddetle kınadı. Sonra Hamas’tan tutukluları serbest bırakmasını talep etti, ancak sözlerine şöyle devam etti:

“Hamas’ın saldırısına karşı bu açıklamayla yetinmek doğru olmaz. Daha ziyade medeniyetin ve insanlığın tüm izlerinin silindiği son iki ayda Gazze’deki sivillerin maruz kaldığı duruma kafa yormak gerek.”

Guterres’in cevabında yer alan ‘medeniyet’ meselesi, bizi Batı’ya ve onun BM Sözleşmesi ile İnsan Hakları Bildirgesi’nde geçerli yasalar haline gelen medeniyet ve insanlık anlayışına götürüyor. Ne Guterres ne UNRWA Başkanı ne de Kızılhaç Başkanı çifte standardı kabul ediyor. Ama ‘Batılı’ siyasetçiler, bu yasaları ve düzenlemeleri, eşit derecede geçerli görmüyorlar. Onlara göre bu yasalar, İsrail ve halkı söz konusunda olduğunda geçerliyken, işgalci varlıkla çatışan öteki taraflar için geçerli olamaz. Çünkü onlar, Yahudi-Hıristiyan medeniyetine ya da umut, özgürlük ve aydınlanma medeniyetine mensup değiller. Çok düşünmeye gerek yok; buradaki fark aslında Batılıların nereyi işgal ederse ve ne ederse etsin İsrail halkıyla paylaştığı, ama tüm bu çatışmanın ne anlama geldiğini bilmeyen çocuklar bile olsalar ötekilerle paylaşmadığı ‘insani değerin’ farklılığından kaynaklanıyor.

Daha önceki Avrupa medeniyeti gibi şimdi de Batı medeniyetinin, evrensel ve insani değil, öznel kıstasları var gibi görünüyor!