Gazze savaşı bir boşluğu, krizleri, Batı’nın ve Doğu’nun başka türlü ilişkiler için yeni bir ufuk arayarak Araplara yönelimini gözler önüne serdi. Halbuki yaklaşık otuz yıl önce bu ilişkilerden vazgeçilmişti. Şöyle ki:
-Soğuk Savaş, Batı’nın zaferiyle sona erdi. Medeniyetler çatışması ideolojisinin etkisiyle Batı, Araplar ve İslam dışında bir düşmanı kalmamış gibi hareket etti. El-Kaide’nin ABD’ye ve Avrupa’ya yönelik saldırılarıyla da bu stratejiler kesinleşti. Batı’nın dışlayıcı eğilimi, Afganistan ve Irak savaşlarında açıkça görüldü.
-Sonraki yirmi yıl boyunca hem devlet hem de din düzeyinde İran’la kısmi ittifaklar kurularak, Arapları egemen devlet tercihlerinden ve İslam’ın geleceğinden dışlamaya yönelik teşebbüslere şahit olundu; Türk İslam’ı olasılıkları, ‘Arap Baharı’ hamlesi ve (Sünni) İslami teröre karşı küresel savaş denendi.
-Arapların sıkıntıları doruk noktalara ulaşınca Kral Selman bin Abdülaziz, 2017 yılında ABD Başkanı Donald Trump’ı Riyad’a davet etti. 55 Arap ve İslam ülkesi liderleri de orada bir araya geldi. Bu, İslam’a karşı çatışmanın ve savaşın sona erdiğinin, istikrar ve ilerleme uğrunda iş birliğine yönelme olasılıklarının sinyalini veriyordu.
-Amerikalılar ve Avrupalılarla stratejik girişim çabalarının yanı sıra, istikrarlı Arap ülkeleri, dinî reform ve İslami ılımlılık bayrağını yükseltmek için de bir mücadele yürüttüler. Hareket noktaları ise Amman Mesajı (2004), Kral Abdullah bin Abdülaziz Dinler ve Kültürler Diyaloğu Girişimi (2007), Abu Dabi’de Papa ile Ezher Şeyhi arasındaki İnsani Kardeşlik Belgesi (2019) ve Dünya İslam Birliği tarafından ilan edilen Mekke-i Mükerreme Bildirgesi (2019) oldu.
- Son Gazze savaşı, diğer şeylerin yanı sıra, İran ve Türk İslam’ının (savaşçı ve ideolojik kanatlarıyla) siyasi İslam’la iş birliğine yöneldiği görüldü. Siyasi İslam; Batı’yla karşı karşıya gelip çatışması, Arap siyasi sistemine düşmanlığı, silahlı örgütlerle ülkeleri istikrarsızlaştırmak suretiyle Batı’yı ve Arapları huzursuz etmesi, Doğu (Çin ve Rusya) ve İranlılarla Türklerin her yere yaydıkları istikrarsız örgütler üzerinden kontrol ettikleri ülkelerde Batı ile kısmi anlaşmalar yaptı.
-Diğer yandan Avrupalılar, üçüncü neslindeki göçmen Müslümanların entegre edilememesi sebebiyle ulusal birlikleri için kaygılandı ve kaygılanmaya devam ediyor. Birleşik Krallık hariç, bu göçmenlerin çoğunluğunu Arap kökenliler oluşturuyor.
Ve mevcut savaş başladı…. Filistin meselesinin uzun yıllardır görmezden gelinmesi, İran’ın kendi güdümündeki silahlı örgütlerle sıkı iş birliği yapması ve Arapların girişimler ve müzakereler alanından kasıtlı olarak uzak tutulması yüzünden, birikmiş meseleleri ve boşlukları yeniden gün yüzüne çıkardı. Hamas’ın ve birlikte hareket ettiği grupların işgal edilmiş Gazze’nin etrafındaki yerleşimlere yönelik baskınıyla patlak veren sorun, sadece Batı ile Siyonist varlık arasındaki ilişkinin derinliğini değil, aynı zamanda uzun vadede Amerika ile Avrupa’nın kararlarına bulaşan yanlış değerlendirmeyi de gözler önüne serdi. Ayrıca büyük bir boşluğun olduğu, partizan örgütlerin din adına bu boşluğu doldurduğu ve Araplara komşu ülkelerin sömürmek, nüfuz etmek ve Araplarla Batı’yı bu nüfuzla sindirmek amacıyla bu boşluktan sızdığı da ortaya çıktı.
Bugün Amerika’da ve Avrupa’da, sadece Filistin’e ilişkin karar aşamasında değil, aynı zamanda İslam ve İslami eğilimler konusunda ve komşuluğun bugün ve gelecekteki etkileri üzerine düşünme sürecinde de etkili bir Arap rolünün olması yönünde istek var. Zira Avrupa’da, Avrupa kamuoyundaki sağın yükselişinin etkisiyle radikal İslam da yükseliyor. Arap ve İslam toplumlarında ama özellikle mağdur ülkelerde ise siyasal İslam (buna savaşçı sıfatını da ekliyorlar!), yıkıcı Gazze savaşının etkisiyle kamuoyunu kazanmak üzere geri dönüyor. Avrupa’daki milyonlarca Müslüman, medya ve sosyal medya yoluyla kışkırtılıyor. Savaşçıların arkasındaki kitle nedeniyle de aralarındaki aşırılık, ayrılıkçılık ve hoşnutsuzluk eğilimleri yeniden popülerlik kazanıyor. Peki, Gazze savaşının doğurduğu felaketler, dünya kamuoyunu büyük ölçüde hareketlendirirse; Batı’daki, Arap dünyasındaki, Orta Asya’daki ve Doğu Asya’daki Müslümanların durumu ne olur?!
Biden yönetiminin göreve ilk geldiği zamanlarda düşündüğünün tam aksine bugün Batılılar, Arapların, Filistin’e ve İslam’a karşı oynaması gereken bir rolü olduğunu düşünüyorlar. Araplara göre ise mesele, gelip geçici bir rolden ziyade kurtarmak, dizginleri yeniden ele almak, dinin ve devletin çıkarlarını gözetmek üzere stratejik bir görev. Bu yüzden Kral Selman bin Abdülaziz’in Kudüs ve Filistin için Zahran’da Arap zirvesi ve teröre karşı küresel savaş hikâyesine son vermek üzere eski ABD Başkanı’yla buluşmak için 2017 yılında Riyad’da Arap ve İslam zirvesi talep etmesi gibi, Suudi Veliaht Prens de Gazze’ye yönelik savaşın başlangıcında savaşa karşı koymak, 2002 Arap Barış Girişimi’ne uygun olarak iki devletli çözüme devam etmek ve ilgili BM kararlarını hayata geçirmek üzere Riyad’da 57 ülkeyi bir araya getiren Arap-İslam zirvesi için hemen çağrıda bulundu.
Savaş zamanında adil barış çağrısı yapmaktan daha zor bir şey yoktur. Barışın üstün gelmesinin zorluğu, Siyonistlerin daimî savaş istemelerinden kaynaklanmıyor. Bu zorluk daha ziyade, Filistin ve Mescid-i Aksa gibi bir meselenin, Arapların ve Müslümanların dinî duygularını ve hassasiyetlerini harekete geçirmesinden kaynaklanıyor. Nitekim harekete geçen bu duygular, İslam dünyasına bu türden ilk zararı veren ve topraklarımızda insanları ve mimariyi tahrip eden, etmeye de devam eden El-Kaide ve DEAŞ gibi örgütleri doğurdu.
Bugün Batı akademilerinde İslam hakkında yapılan geniş incelemelere de dikkat çekmekte fayda var. Medeniyetler çatışması ideolojisinin ve İslam dininin şiddetli kökenlerine dair iddiaların yanı sıra ya da aksine, özel olarak İbrahimi dinlerin ve genel olarak da Asya dinlerinin kutsal metinlerinin yeniden okunmasına yönelik akademik eğilimler artıyor. Kur’an-ı Kerim’in ve İslam’ın, Hıristiyan ve Yahudi kökenlerine dair hikâye akademilerde bitti gibi bir şey. Geç klasik döneme ilişkin yeni araştırmalar, tüm metinlerin MS 4’üncü yüzyıldan sonra yazılı ve geçerli hale geldiğini, bunlar üzerinde görüş birliğine varma sürecinin 5’inci ve 6’ncı yüzyıllara kadar uzandığını ve Kur’an’ın da bunlardan biri olduğunu söylüyor. Önemli Kur’an-ı Kerim araştırmacısı Angelika Neuwirth ise Tevrat ve İncil gibi Kur’an’ın da Batı kültüründe ve etkisinde bulunan bir Avrupalı metin olarak görülmesini istiyor.
Biz Araplar, dün olduğu gibi bugün de İslam’ın nur saçan yüzünden karanlığı kaldırma derdindeyiz. Böylece Avrupalı ve Amerikalı Batı’daki ve dünyadaki Müslümanlar, ayrık ve yalnız kalmayıp içinde bulundukları toplumların asli ve köklü bir parçası olur. Bilmemiz gerekir ki, çoğunluğu gayrimüslimlerin oluşturduğu toplumlarda 500 milyonu aşkın Müslüman yaşıyor. Evet, ‘Batı gurbetinden’ kurtulmak istiyoruz. Görev, zor. Ama başarmak imkânsız değil. Biz dünyadan korkmak veya onu korkutmak istemiyoruz. Biz dünya barışının, güvenliğinin ve refahının bir parçası olmak istiyoruz. Bu, Arapların, Müslümanların ve dünyanın üzerine düşen bir görevdir. Bununla birlikte bu görevi yerine getirmeye biz Araplardan daha müsait kimse yoktur.
Arap kalkınması ve İslami reform hakkında yazdığım, uzun yıllar boyunca yazılarımı Ebu’l-Alâ el-Maarrî’nin sevgilisi hakkında kaleme aldığı şu beyitle bitirmeyi alışkanlık haline getirdim:
Ey yakınlarda olmasına rağmen ulaşılması zor olan…