Aksa Tufanı ve Gazze'deki olayların, Gazze kıyılarındaki büyük doğal gaz kuyuları nedeniyle sakinlerinden boşaltılmış bir bölge yaratmayı amaçladığına inanmak saflıktır. Ancak sakinleri zorla göç ettirme sorununu da göz ardı edemeyiz.
Bu nedenle Başbakan Binyamin Netanyahu da dahil olmak üzere üst düzey İsrailli liderler, Gazze Şeridi'ndeki etnik temizlikten bahsetmeyi hiç bırakmadılar. Önerileri, İsrail'in iyi Samirili rolünü oynadığı, yoksul ve çaresiz Filistinlilere yeni evler bulmak için yabancı hükümetler nezdinde ‘özverili’ bir arabuluculukta (Çad ve Ruanda bunu reddettiler) bulunduğu gönüllü göç planları olarak sunuluyor. Ama bu sonuçta bir etnik temizlik.
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve diğer Batılı politikacılar ‘Filistinlilerin Gazze'den zorla göç ettirilemeyeceği’ konusunda ısrar etmeye başladıkları kasım ayı başlarında alarm zilleri çalmaya başlamıştı.
Blinken ve meslektaşları, Filistinlilerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesini reddetmek yerine yalnızca silah zoruyla sınır dışı edilmelerine karşı çıktılar ve geriye ‘gönüllü’ olarak topraklarını terk etme seçimini bıraktılar. Gazze Şeridi'nde yaşayanları kuşatarak, yani etnik temizlik yaparak ya da bilinen adıyla ‘transfer’ ederek onlara bölgeyi terk etmekten başka seçenek bırakmadılar. İsrail’in bu konudaki görüşünün, ilk Siyonistlerin ‘topraksız bir halk için halksız bir toprak’ sloganını benimsediği 19’uncu yüzyılın sonlarına kadar uzanan uzun bir geçmişi bulunuyor. Kanıtlar, başından beri liderlerinin Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasının önündeki temel engelin Filistinliler olduğunu çok iyi bildiklerini dahası açıkça anladıklarını gösteriyor.
Bunun basit bir nedeni var; onlar için ‘Yahudi devleti’, Yahudi nüfusunun tartışmasız demografik, bölgesel ve siyasi üstünlüğe sahip olduğu ve bunu sürdürdüğü bir devleti ifade ediyor.
Burada ‘transfer’ kavramı devreye giriyor. Çağdaş Siyonist hareketin kurucusu Theodor Herzl, 1895 gibi erken bir tarihte, Filistin'in sakinlerinden temizlenmesinin gerekliliğini şu ifadelerle tanımlamıştı: Sınırlardaki müflis ve yoksul sakinleri ülkemizde herhangi bir işten mahrum bırakıp transit ülkelerde iş imkanı sağlayarak, onların bu durumundan yararlanmaya çalışacağız. İstimlak ve el koyma ile yoksulların uzaklaştırılması ‘gizli ve dikkatli bir şekilde’ yapılmalı.
Filistin Yahudi Ajansı Yürütme Komitesi başkanı ve daha sonra İsrail'in ilk başbakanı olan David Ben-Gurion daha da açık sözlüydü. 1937'de oğluna yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: Arapları kovmalı ve onların yerini almalıyız.
Nakba öncesinde ve sırasında etkili Ulaştırma Komitesine başkanlık eden ve Ulaştırma Mühendisi olarak tanınan üst düzey bir Yahudi Ulusal Fonu yetkilisi olan Yosef Weitz, 1940 yılında anılarında şunları yazdı: Tek çözüm İsrail topraklarının Araplardan arındırılmasıdır. Burada uzlaşmaya yer yok. Hepsi transfer edilmeli. Tek bir köy, tek bir aşiret bile kalamaz. Kurtuluş ancak İsrail topraklarında yaşayan Arapların transfer edilmesiyle gerçekleşecektir.
Yukarıdakiler, Siyonist hareketin üst düzey liderliğinin, Filistin'deki etnik temizliği sürekli olarak bir hedef ve öncelik olarak gördüğünü gösteriyor.
Ulaştırma Komitesi ve Dalet Planı (David Ben-Gurion liderliğindeki Haganah liderliği tarafından hazırlanan, temeli 1948 savaşı sırasında Filistin topraklarının geniş bölgelerini güç kullanarak kontrol etmek olan eksiksiz bir askeri plan) gibi girişimler, ilk kez 1944'te formüle edildi. Tanınmış Filistinli tarihçi Velid Halidi, Dalet Planı’nı ‘Filistin'in işgalinin A planı’ olarak tanımlamış ve ayrıca aktif olarak planlanmış bir Siyonist hareketin varlığını gösterdiğini belirtmişti.
Bu nedenle, görüşünü aldığım Batılı tarihçinin belirttiği gibi; İsrail yönetimi altına giren toprakların etnik olarak üzerinde yaşayan Filistinlilerin beşte dördünden fazlasından temizlendiği 1948’deki Nakba, uzun vadeli bir emelin gerçekleştirilmesi ve temel bir politikanın uygulanması olarak görülmeli. Nakba, savaşın değil, bir planın ürünüydü.
1967'de İsrail, manda yönetimi sırasında belirlenen Filistin topraklarının geri kalan yüzde 22'sini, yani Batı Şeria'yı (Doğu Kudüs dahil) ve Gazze Şeridi'ni ele geçirdi. Bu bölgelerin sakinlerinden boşaltılması süreci 1948'dekinden farklı işledi. İsrail, Haziran 1967’deki savaş sırasındaki çatışmalardan kaçan Filistinlilerin geri dönüşünü yasaklamanın yanı sıra, kalanları da ayrılmaya teşvik etti (örneğin, Gazze Şehri'nden Batı Şeria'yı Ürdün'e bağlayan Allenby Köprüsü'ne günlük otobüs servisi sundu).
1967 yazında nüfus sayımı yapıldı. Nüfus sayımı sırasında orada bulunmayan herhangi bir sakin, İsrail kimlik belgesi almaya hak kazanamadı ve otomatik olarak ikamet hakkını kaybetti. Sonuç olarak bu bölgelerin nüfusu bir gecede yüzde 20'den fazla azaldı.
Buna ek olarak, pek çok sakine evlerini boşaltmaları için yalnızca birkaç dakika verilirken, buldozerler evleri yıkmaya başladıklarında pek çoğu da öldürüldü. Vahşeti denetleyen mühendis Eitan Ben Moşe şöyle diyor:
“Evlerin enkazını cesetlerle birlikte kaldırıp attık.”
Sonraki yıllarda İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki Filistin nüfusunu daha da azaltmak için her türlü idari hileye başvurdu.
Örneğin 1993 Oslo Anlaşmalarına kadar işgal altındaki topraklardan çıkmak için İsrail askeri hükümetinden çıkış izni alınması gerekiyordu. İzin yalnızca üç yıl geçerliydi ve sonrasında İsrail konsolosluğunda her yıl en fazla üç yıl daha yenilenebilirdi.
Son yıllarda Batı Şeria'daki yoğun etnik temizlik girişimlerine odaklanılırken, Gazze Şeridi’nin onlarca yıldır göçlerin ana rotası olduğu, özellikle de Gazze nüfusunun neredeyse dörtte üçünü mültecilerin temsil ettiği sıklıkla unutuluyor. İsrail, 1967'de Gazze'yi işgal etmeden önce bile, Libya ve Irak gibi uzak yerlere transfer ederek mülteci nüfusunu ‘seyreltmeye’ yönelik girişimleri düzenli olarak destekledi. İsrail liderlerinin etnik temizliğe maruz kalan bu kadar çok Filistinlinin eski evlerine yürüme mesafesinde olmasından rahatsız olmaları boşuna değil.
1967'den sonra Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin sadece yabancı ülkelere değil, Batı Şeria'ya göçü de teşvik edildi.
Kitlesel kovmadan taraftarlar da nasibini aldı ve tıpkı ‘transferin’ İsrail'in Filistinli vatandaşlarını da kapsaması gerektiği fikri gibi bu pozisyon da bugün İsrail koalisyon hükümeti içinde temsil ediliyor.
Bu arka planda İsrail, 7 Ekim saldırılarını yalnızca bir tehdit olarak değil, aynı zamanda koşulsuz ABD ve Avrupa desteğiyle güçlendirilmiş bir fırsat olarak gördü. Böylece İsrailli siyasi ve askeri liderler, hemen Gazze'deki Filistinli nüfusun Sina çölüne transfer edilmesinin propagandasını yapmaya başladılar. Teklif ABD ve özellikle de Antony Blinken tarafından coşkuyla benimsendi.
Blinken’ın, uygunsuz teklifinin herkesten önce Mısır tarafından doğrudan reddedileceği hakkında hiçbir fikri yoktu. Blinken bu pozisyonundan geri adım attı ama sadece zorla göç ettirmeye karşı çıktı. Başka bir deyişle, ona göre çaresiz Filistinliler kendi canlarını kurtarmak için bu yedi katlı cehennemden kaçmaya çalışıyorlarsa, o zaman bu gönüllü bir göçtür... bu saygı duyulacak gönüllü bir tercihtir!
İsrail gazetesi Haaretz'in 27 Aralık tarihli başyazısında, “İsrailli milletvekilleri insani yardım kisvesi altında transfer için baskı yapmaya devam ediyor" denildi. Toprağın etnik olarak temizlenmesi, başından beri Siyonist/İsrail ideolojisi ve pratiğinin merkezinde yer alsa da bunun başka bir yüzü daha var. Filistinlilerin 1948'de kovulmaları, Siyonist hareket ile Filistinliler arasındaki çatışmayı genişleterek bölgesel bir Arap-İsrail çatışmasına dönüştürmüştü. Aynı şekilde, İsrail'in şu anda Gazze Şeridi'nde uyguladığı ikinci Nakba, Ortadoğu'da yeni düşmanlıkları kışkırtmaya hazır görünüyor.
1948'deki Nakba, mücadelelerine başta Gazze Şeridi'ndekiler olmak üzere sürgündeki kamplarından başlayan Filistinlileri yenilgiye uğratmadı. Bu yeni Nakba’nın bir öncekinden farkı sadece Blinken’ın yaşadığı şok olacak. Asıl garip olansa onu şok etmiş olması.