Güney Lübnan cephesindeki askeri operasyonların tehlikeli bir şekilde şiddete doğru kaymasının, İsrail hava saldırılarının sınırdan yaklaşık 40 km kadar içeriye kadar uzanmasının, Amerikalı “arabulucu” Amos Hockstein'ın hamlesine kapıların kapatılmasıyla aynı zamana denk gelmesi, İsrail'in Lübnan'a yönelik, ülkeyi sakinlerinin başlarına yıkma tehdidinde bulunan savaşı için geri sayımı başlattı.
Bu, Lübnan'da karara alıcıların güç dengesinin gerçeklerini ve İsrail için bedeline rağmen Gazze'deki durumun ne hale geldiğini anlamadaki "yetersizliklerinin" sonucu olan, neredeyse kaçınılmaz bir savaş. Gazze’de Siyonist vahşet savaşının sona ermesinin ardından başka bir Gazze daha olacak. Soykırım, kökten söküp atma ve yerinden edilme karşısında gösterilen kararlılığa dair yersiz övgüler, Hamas ve müttefiklerinin ateş gücünün azalmasıyla birleşiyor. İsrail'deki çekişme ve krizlere rağmen düşman üçüncü aşamaya, yani ölümcül özel operasyonlar aşamasına geçerek, sahayı kendi lehine çevirdi. O yüzden “7 Ekim” olayı ne Gazze'de ne de başka bir yerde tekrarlanmamalı! İran’ın kuzey Suriye ve Erbil'i vuran balistik füzeleri de dahil olmak üzere direniş ekseni savaşlarının, ABD'nin başka bir Ortadoğu resmini netleştirmeye yönelik adımlarını hızlandırdığı da aşikar!
Lübnanlılar olarak şu anda bizi ilgilendiren tablo şöyle tasvir edilebilir; Netanyahu tehdit ediyor, Nasrallah gözdağı veriyor ve düşmanın Genelkurmay Başkanı diyor ki: "(Hizbullah) ile savaş çıkarsa Lübnan çok kötü sonuçlarla karşı karşıya kalacak." Anayasal olarak yönetimin en üst makamında bulunan Necip Mikati ise hemen "arenaların birliği" sloganına sarılarak, "yalnızca Lübnan'da ateşkesten bahsetmenin mantıksız olduğunu" duyuruyor. Lübnan’a paralel olarak “Gazze'de de ateşkes” talep ediyor! Bu duyurusu ile adeta Lübnan'ı yıkıma sürükleme kararını da duyuruyor. El-Ahbar gazetesi Mikati’nin açıklamalarından duyduğu sevinci şu sözlerle ifade ediyor: "Başbakan Necip Mikati'nin uluslararası forumlarda Hizbullah’a sunduğu resmi bir örtü var ve bu örtü hesapların dışında tutulamaz!” Bu tutum tehlikeli ve ulusal çıkarlar açısından son derece kötü, çünkü resmi tutum ile Hizbullah ve direniş ekseninin tutumu arasındaki ince farkı ortadan kaldırdı. Böylece zaten kırılgan olan Lübnan barışı, dış dünyanın çıkarlarını ifade eden Lübnanlı ve Lübnanlı olmayan milislerin ruh hallerine bağımlı hale geldi!
Gazze Şeridi'nde Filistinlilere yönelik savaştan ve Hizbullah'ın, Gazze'yi "desteklemek" için düşmanı "oyalama" savaşına girişmesinden bu yana geçen 100 günden fazla süre boyunca, konuk heyetler, Güney cephesinin yatıştırılması için yapılması gerekenler konusunda Hizbullah’a doğrudan mesajlar gönderdiler. Ama Mikati iktidarın başının rol ve sorumluluğuna bırakılan alana göre hareket etmedi. Ulusal sorumluluktan istifa eden Mikati, artık heyetlerin mesajlarını alıp Hizbullah’a gönderen postacı rolünü kabul etmez oldu ve es-Sahaf’ın (çn: eski Irak enformasyon bakanı) rolünü üstlendi. Yani direniş ve ekseninin resmi sözcüsü oldu. Böylelikle iktidarın Lübnanlılara sırtını dönme halini pekiştirdi. Onların çıkarlarını, haklarını, güvenliklerini, hayallerini ve geleceklerini koruma konusundaki doğrudan sorumluluğunu reddetti! Böyle yaparak Hizbullah’ın iktidarın ve karar alma mekanizmasının tamamı üzerindeki hakimiyetini takviye etti. Hizbullah’ın artık devletin kendisi ve Lübnan’ın Hizbullah’ın devleti haline gelmesini destekledi. Böylece, devletten geriye kalanları vekaleten yöneten kişi, kendi vatandaşlarının ve ülkesinin kellesini, onları Gazze'den daha fazla tehdit eden İsrail giyotini altına koymaya karar vermiş oldu.
Hizbullah, başından beri Güney cephesinde ateşkes talebini Gazze'deki savaşın durdurulmasına bağladı. Bu, Tahran'ın saldırganlığın durdurulması gerektiğini, aksi takdirde cephelerin genişleyeceğini söyleyen tutumunun dakik bir tercümesiydi. İran'ın Lübnan'dan Irak ve Yemen'e kadar birden fazla cephede gerilimi tırmandırmaya dayanan önerisi, Tahran rejiminin etkili konumlarını koruyacak ve ona Filistin meselesinde dayanak oluşturacak çözümler üzerine bahis oynamak anlamına geliyor. Washington'un her şeyden önce güvenlik ve askeri çözümü tercih etmesi, sözde "anlaşma" projesine gölge düşürdüğü için, Hasan Nasrallah'ın tutumu da Amerikan Özel Temsilcisi tarafından önerilen çok katmanlı bir geçici çözüm projesini reddetmek oldu. Amerikan tarafının çözüm projesinin ilk katmanını Mavi Hat’tın her iki tarafında da sükuneti sağlamak oluşturuyordu. Bu sayede, yerinden edilmiş Lübnanlılar ile İsraillilere evlerine dönme olanağı tanıyordu. İkinci katman, 1701 sayılı BM kararının uygulanmasını garanti edecek bir mekanizmayla ilgili müzakereler için bir çerçevenin belirlenmesini içeriyordu. Bunu, İsrail'in Lübnan'dan çekilmesinin ardından 2000 yılında Mavi Hat'ın çizilmesinden bu yana ihtilaflı 13 sınır noktasıyla ilgili dolaylı müzakereler izleyecekti.
Hizbullah’ın yandaşları, ABD’nin önerisinin Gazze ile Güney arasındaki çözümle ilgili tüm bağları kopararak direnişin başardıklarını devirmeye yönelik bir darbeye eşdeğer olduğunu ifade ettiler. ABD’nin yerleşimcilerin evlerine geri dönmelerine öncelik verdiğini ortaya koyduğunu belirttiler. Bu, Gazze'den Güney’e kadar sahadaki durumun tüm boyutları ile okunup anlaşılamadığı, Lübnan'ı tehdit eden ve kendisine doğru yaklaşan bir savaşın tehlikelerinin göz ardı edildiği anlamına geliyor. Bu kişiler genel çöküşün yansımalarını dikkate almıyorlar, 200'e yakın can kaybının, 100 binden fazla kişinin yerinden edilmesinin, güneydeki köy ve beldelerin 2006 savaşındaki kayıpları aşan kayıplarının bedelinden bahsetmiyorlar. Tüm bunlara bir de İsrail’in Lübnan’ın hava sahasını ihlal eden saldırıları, karada da istihbarat alanındaki sızmaları ekleniyor. Aruri suikastı ve ondan önce milletvekili Raad'ın oğlunun da aralarında bulunduğu Rıdvan Tugayı’ndan 4 yetkilinin hedef alınması, ardından saha komutanı Visam el-Tavil’in, evine dönerken yola yerleştirilen bir patlayıcıyla hedef alınması, İsrail sözcüsüne göre Salı gecesi bir İsrail gücünün Ayta eş-Şaab’ sızarak mayınları temizlemesi bu ihlal ve sızmalara birkaç örnek. Bunlar gibi pek çok hadise var.
Bütün bunlar, Lübnan'da hüküm süren sızma ve ihlallere açık olma buzdağının sadece görünen kısmı ve Hochstein'in ziyareti de son bir uyarıydı. Ama durumu yatıştırma girişimi, savaşı önleme ve hayatları koruma yetkisine sahip olan resmi organın ulusal sorumsuzluğu ile karşılandı. Gerçeküstü tutumlar benimsendi ve bunlar arasında en öne çıkanı Hizbullah Genel Sekreteri'nin “önce Gazze’ye yönelik saldırganlık durmalı, ondan sonra Lübnan’ı ilgilendiren konular konuşulur” açıklamasıydı. Nasrallah ayrıca İsraillilerin tehdit ettiği ama "yorgun, korkmuş ve mağlup tugaylardan" oluşan bir ordu karşısında "çıtasız" bir savaşa hazır olunduğunu, bu savaşta Netanyahu hükümetinin direnişe boyun eğeceğini, savaşı durduracağını ve müzakereleri kabul ettiğini duyurmaktan başka seçeneği kalmayacağını da tekrarladı. Burada şu soru öne çıkıyor: Neden savaşı durdurmak ve neden müzakere yapılmak isteniyor? Gazze'deki direniş, Lübnan'daki “oyalama” ve Yemen'deki Husi “desteği” madem İsrail ordusunu korkmuş ve mağlup tugaylara dönüştürdü, buna ne gerek var? Neden Gazze’de ateşkes talebinde ısrar edilip Güney Lübnan'da reddediliyor?