Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

İsyan eğilimi mi yoksa vazgeçilemez bir umut mu?

Tunuslu Hayreddin Paşa’nın ‘Akvemu’l-Mesâlik fî Ma’rifeti Ahvâli’l-Memâlik’ (Ülkelerin Durumunu Öğrenmek İçin En Doğru Yol) adlı eseri (1867) ile İranlı düşünür Celal Âl-i Ahmed’in ‘Garpzedelik’ adlı eseri arasında yaklaşık yüz yıl var.

Tunuslu Hayreddin Paşa, Avrupa ‘medeniyetinin’, ‘atlatılamayacak bir sel’ gibi olduğunu, bu medeniyete katılmadıkça selin bizi sürükleyeceğini söylüyor. Celal Âl-i Ahmed ise Batı’nın uğradığımız bir hastalık olup, ondan kurtulmamız veya ona karşı durmamız gerektiğini, yoksa felaket yaşanacağını söylüyor!  

1974 yılında, asrın tecrübesinin de etkisiyle Kuveyt’te, ‘Arap Medeniyetinin Krizi’ başlıklı bir konferans düzenlendi. Önde gelen Arap düşünürlerin katıldığı bu konferansta, Celal Âl-i Ahmed’in teşhisinin tam tersi bir teşhise varıldı: Mirastan kopmadıkça modernliğe ve çağdaş kültüre girilmez! 1970’ler ile 1990’lar arasında mirasın zihniyet ve psikoloji üzerindeki etkisini bitirecek ya da mirasa olumsuz etkilerini ortadan kaldıracak şekilde radikal bir yorum getirecek kapsamlı bir proje önermeyen Arap düşünür ya da yazar kalmadı!

Samuel Huntington’ın 1993 yılında ABD merkezli Foreign Affairs dergisinde ‘Medeniyetler Çatışması’ başlığıyla yayımlanan makalesinin ardından tartışma, bir yandan İslam’ı savunmaya, diğer yandan Batı’nın saldırganlığını kınamaya yöneldi. 2001 yılında yaşanan hadiseden, El Kaide’nin ABD’ye saldırısından ve İslamcı ya da Sünni teröre karşı küresel savaşın başlamasından sonraki girişimleri ve tartışmaları incelemeye gerek yok. Nitekim yazılara, medeniyetler diyaloğu ile medeniyetlerin uyumu veya çatışması arasında hâkimiyet olguları ve tezahürleri hâkim oldu. O dönemde (2004) ben de ‘İslam’a Karşı Mücadele’ adlı kitabımda bazı eleştirel incelemeler yapmaya çalışmıştım.

Yazılar artık o günden bağımsız olamasa da Gazze’ye yönelik savaş nedeniyle değil de Batı’nın İsrail’e olan taraftarlığı nedeniyle Batı’ya ve dünya düzenine yönelik düşmanlık eğilimi son otuz yılda arttı. Bu, köklü veya radikal bir akım. Bu akımın Batı’daki ve bizdeki düşünürler ile antropologlar arasındaki destekçilerine göre (Batılı) küresel medeniyetin sorunu, sadece oradaki sağcı hareketlerden kaynaklanmıyor. Sorun aynı zamanda, ‘modern devletin’ zoraki ve yapmacık bir şekilde benimsediği görülen liberal ve insani olgulara rağmen bu medeniyetin ayrımcılık ve ötekini yok etme düşüncelerini ve politikalarını barındıran ‘Aydınlanmacı’ köklerinde!

Esasında Aydınlanma’ya, dolayısıyla da modern devlete yönelik bu itirazı meşhur Alman filozof Friedrich Nietzsche başlattı ve bu itiraz, 20’nci yüzyılın çoğu filozofunu etkiledi. Sonra yeni Fransız filozofların ve post-modern düşünürlerin tutkusu başladı ve onlar arasında ‘kopuş’ söylemi meşhur oldu; ama tabi ki İslami mirasla değil, Avrupa’nın modernizm mirasıyla ve genel olarak Batı’yla kopuş.

Yani kopuş meselesinde Batı’daki post-modern filozoflar nasıl kendi medeniyetlerine karşı bir duruş sergilediyse, Arap düşünürler de kendi mirasımıza karşı duruş sergiledi. Ama bunu yaparken bize, dahil olabilmek uğrunda kendi mirasımızı inkâr etmemizi istedikleri moderniteye dair hiçbir şey söylemediler.

Bu insanların çoğu, solcuydu ve Batı burjuvazisinin düşünme biçimini eleştiriyorlardı. Pek çoğu, Sovyetler Birliği’nin düşüşü karşısında şaşkınlığa uğradı ve bazıları Çin’in kalkınmasına sığındı. Yine bunu yaparken Çin devletinin kapitalizminin, belki yüz milyonlarca insanı yoksulluktan kurtarması dışında diğer kapitalizmlere üstünlüğüne dair de pek bir şey söylemediler. Bununla birlikte (Hint değil) bir Arap yazar, Çin modelinden farklı bir model olmasına rağmen Hindistan’ın ekonomik kalkınmasının da yüz milyonlarca insanı yoksulluktan kurtardığını belirtti!

Son yıllarda gelişen diğer entelektüel ve stratejik eğilime, yani Batı’ya ve onun modernitesine ya da modern devletine yönelik karamsar bakışa dönelim. Bu eğilim, Edward Said’in “Şarkiyatçılık” adlı eseri (1978) üzerine belirginleşti. Şarkiyatçılar, İslam medeniyetine dair çalışmalar alanında uzmanlaşmış bir kesimdi, ancak ayrımcı ve keyfi tutumlar sergileyip, sömürgecilik sürecine hizmet ederek Aydınlanma değerlerine ihanet ettiler ve bu bakışlar, sömürgecilik sonrası kültürlerde de etkisini sürdürdü.

Filistin kökenli olan Edward Said’in, Filistin meselesini güncel bir örnek olarak alan tezinden Madun (Subaltern) çalışmaları geliştirildi. Latin Amerikalı ve Hindistanlı düşünürler tarafından yapılan ve sömürgeciliğin diğer kültürlere karşı ürettiği ve yerleştirdiği kültürü kınayan bu çalışmalar; fikirler, stratejiler ve kurumlar bakımından özgün kökenine bugüne kadar bağlı kaldı. Batı’daki madun kültürün araştırmalarından, söylemlerinden ve gereksinimlerinden Batı’ya ve medeniyetine karşı karamsar bakış oluştu. Edward Said, şarkiyatçılığı Aydınlanmacı ve insani değerlere ve vizyonlara ihanet olarak değerlendirmişti. Madun araştırmalarındaki gelişmelere göre ise Said bir hayalperestti ve vizyonu ciddi eksiklikler barındırıyordu. Zira Aydınlanma değerleri bizzat hastalığın kökeni olup, dünyada ve dünyaya üstünlük duygusunun hâkim olduğu modern Batı devletinin komplosunun göbek bağıydı!  

Batılı devletin bayraktarlığını yaptığı özgürlük, adalet, barış ve insani birlik değerleri, Amerikalı ve Avrupalı Batı’nın üretip kontrol ettiği uluslararası sistemde Batılı olmayan ötekine karşı uygulanan çifte standartla çelişki arz ediyor. Ayrıca bu değerlerin ve söylemlerin anlamı ve etkisi, Batı’yla ve Batılı devletle sınırlı kalıp, onun ötesine geçmiyor.

İslamcılar, Batı medeniyetine ve onun modern devletine yönelik bu itirazdan halen faydalanıyor. Onlara göre bu onların, Batı’nın İslam’a ve İslam medeniyetine karşı komplosu hakkında yetmiş yıldan fazla bir süredir söylediklerinin bir kanıtı. İslamcılar iki akıma ayrıldılar: Uluslararası politikaları çifte standart uygulamakla suçlayan akım ile Batı’daki hareketlerin medeniyete yönelik eleştirisine ve itirazına dayanan ve sözde Batılı ‘ilerlemenin’ ürettiği her şeye alternatif İslami çözüm sunan daha radikal akım.

Bu eleştirileri ve itirazları hafife almak doğru olmaz. Felsefenin eleştirel düşünceyi geliştiren özelliğiyle düşünce ve eğitime dünyasına dönüşü konusunda iyimser olan gençlere, post-modern düşünürlerin itirazlarını takip edilmesi gereken bir örnek olarak değerlendiren yazılar okudum!  

Günümüz dünyasında tek bir medeniyet ve onun da içinde ve kenarlarında pek çok akım var. Hepsi farklı seviyelerde olan bu akımlar, ‘Amerikan yüzyılı’ konusunda hayal kırıklığı yaşamış görünse de bu medeniyetin sınırları içinde faaliyet gösteriyor. Bu akımların eleştirel başarısı, hayata geçirilmesi gereken ve terk etmenin doğru olmadığı büyük insani değerlere sadık olduğu ölçüde yeninin üretimine katkı sağlar.  

Dünya medeniyetine katılma ve ortak evrensel insani değerler yoluyla bu medeniyeti etkileme becerisi, kendisinden vazgeçilemeyecek bir umuttur. Hangi gerekçeyle olursa olsun kontrolsüz isyan ise bizi kasırgaların ve girdapların ortasına atar. Bu girdaplardan da aciz bir umutsuzluk veya sıkıntısını çok çektiğimiz, çekmeye de devam ettiğimiz yıkıcı akımlar üretmek dışında bir çıkış yoktur.