Hasan Ebu Talib
TT

NATO’dan uzakta: Avrupa, güvenliğini arıyor

Avrupalılar, eski Başkan Trump’ın önümüzdeki yılın başında yeniden Beyaz Saray koltuğuna oturması ihtimalinden ötürü endişe duymakta haklı. Çünkü Trump, siyasi tasavvurlarını benzersiz bir açık sözlülükle dile getiriyor. Bu tasavvurların çoğu da Avrupa’yla ilişkiler ve Avrupa’yı NATO şemsiyesi altında savunup, Amerikan liderliği altında ittifaklar kurma kararlılığı bakımından köklü Amerikan mirasına ters düşüyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana geçen yetmiş yıl boyunca Cumhuriyetçi ve Demokrat başkanlar sırayla koltuğa oturdu, ama Trump (2017-2021) hariç hiçbiri, NATO’yu eleştirme cesareti gösteremedi. Ona göre NATO, ABD’nin küresel liderliğinin bazı işaretlerini taşıyan büyük bir siyasi ve stratejik varlık olmaktan ziyade, ABD için bir yük.

Bu ittifak, ekonomik ve teknolojik yeteneklerine rağmen Avrupa’nın halen kendi güvenliğini koruma alanında yetersiz olduğunu ve her şeyden çok NATO’ya ihtiyaç duyduğunu kanıtlıyor. İttifak üyelerinin çoğunluğu, bu ittifak olmazsa güvenliklerinin, karşı koyamayacakları güçlü rüzgârlarla yüzleşeceğinin farkında. Hatta nükleer silahlara sahip iki ülke, Fransa ile Birleşik Krallık bile Avrupa’nın güvenliğini ve egemenliğini savunma konusunda tek başına veya ittifak halinde ABD’nin yerini alamayacaklarını gayet iyi biliyorlar.

Başkan Trump, seçim gezilerinden birinde NATO ülkelerini, milli gelirlerinin yüzde 2’sini savunma hedefleri için harcamayı taahhüt etmeyenleri dışarıdan bir saldırıya maruz kalmaları halinde savunmayacağı yönünde tehdit etmişti. Dışarıdan bir saldırı derken kastettiği de Rusya’ydı.

Bu, bilindik bir hikâye. Trump, o zamanlar söylediklerine itiraz eden önemli bir ittifak ülkesini ima ediyor ve o dönemde bu ülkenin Şansölye Angela Merkel liderliğindeki Almanya olduğu biliniyordu. Merkel, Başkan Trump’ın yaklaşımına ilişkin derin endişesini dile getirmiş ve Avrupa’nın kendi kendini korumanın yollarını düşünmesi gerektiğini söylemişti.

Avrupa’nın, kendisini doğrudan Amerikan himayesini talep etmekten kurtaracak savunma yetenekleri edinme çabası, son yirmi yılda birçok kez ifade edildi. Bu bağlamda birleşik bir Avrupa ordusu kurma fikri ortaya atıldı, ancak pek çok Avrupa ülkesinde yeterli yankıyı bulamadı. Halbuki bu fikir, NATO’ya üyelik yükümlülüklerine tamamen aykırı değildi. Daha ziyade Avrupa’nın kendini korumasına ve düşmanlarını caydırmasına daha fazla yardımcı olacak şekilde NATO’nun yeteneklerine ek bir değer olarak önerilmişti.  

Şu an Avrupa koridorlarında Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönme ihtimalinden kaynaklanan yoğun endişenin etkisiyle yürütülen diyalogda birçok önemli mesele gündeme gelmeye başladı. Bunlardan en önemlisi de özel nükleer yetenekler edinme meselesidir. Özellikle Almanya’ya ve daha az ölçüde Fransa’ya ve Birleşik Krallık’a, ABD’nin başta Almanya olmak üzere belirli Avrupa ülkelerine sağladığı nükleer şemsiyenin yanında, diğer Avrupa ülkelerine nükleer bir şemsiye sağlamaları yönünde çağrı yapılıyor.

Her iki öneri de pratikte pek çok zorlukla karşı karşıya. Nitekim Fransa ve Birleşik Krallık, Avrupa’nın nükleer koruyucusu rolünü oynamayı desteklemiyor. Bu iki ülke, nükleer yeteneklerinin esasında caydırıcı bir işleve sahip olduğunu düşünüyor ve Avrupa düzeyinde değil, ulusal düzeyde değerlendirmelere göre hareket ediyor. Ayrıca yasal zorluklar ve kısıtlamalar ile uluslararası yükümlülükler de var ve bunlar, özellikle Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nı imzalayan ülkelerin nükleer silahlar edinmeyi düşünmesini engelliyor. Farz edelim ki biri, ulusal imkânlarla nükleer silah edinme riskini göze aldı, onun da ne maddi ne de teknolojik anlamda gerçek bir şansı var.

Bu zorluklar pratikte NATO ülkelerinin, Amerikan himayesinden vazgeçmesini engelliyor. Dolaylı olarak savunma amaçlı yüzde 2’lik harcamaya gönüllü olarak razı olmayı da... Bununla birlikte Avrupa’nın güvenliğini güçlendirmek amacıyla ABD’nin himayesine nükleer olan veya olmayan alternatifler bulmak için yapılan diyalog, Avrupa’nın hem gelecek konusunda endişeli olduğunu hem de Trump kazansa da kazanmasa da uzun vadede Amerika’nın bağlılığına güven duymadığını açıkça gösteriyor.

NATO için en belirgin zorluklardan biri bu noktada somutlaşıyor: Tüm üyelere şüphesiz veya tereddütsüz sıkı güvenlik sağlayan bir kurum olarak kendisine duyulan mutlak güveni yeniden tesis etmek.  

Avrupa’nın güvenliğinin NATO şemsiyesi altında mı yoksa dışında mı olduğu ikilemi, çelişkili birçok düşünceyi çeken bir eksen olarak kalacak. İttifakın, Ukrayna’yı destekleme yeteneğinin oldukça düşük bir seviyeye ulaşması da bu ikilemi şiddetlendiriyor. Nitekim ittifak, Ukrayna ordusuna iki yıl boyunca büyük bir para ve silah desteği sağladıktan sonra hedeflerine ulaşamadı ve Rusya’yı ne caydırabildi ne de yenebildi. Aksine genişliğine ve Finlandiya üzerinden Rusya sınırlarına yakınlığına rağmen NATO’nun Rusya karşısında zayıf bir taraf ya da en azından Avrupa sınırları dışında sınırlı bir eylem düzeyine sahip olduğunu gözler önüne serdi.

Burada önemli olan, başta Almanya, Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin Ukrayna’daki savaş patlak verdikten hemen sonra yayınlanan savunma stratejilerini değerlendirmektir. Bu stratejilerin ortak noktası, aktif savunma kavramını vurgulamasıdır. Bu kavram, herhangi bir meydan okumaya, saldırıya veya dış düşmana, dışarıdan bir destek beklemeye gerek kalmadan karşı koyabilmek için ulusal askerî yetenekleri güçlendirme şeklinde tarif ediliyor. Bu aşamaya varmak için de geleneksel ve siber silahlanmaya daha fazla harcama yapmak, başta yapay zekâ olmak üzere teknik gelişmeleri yeni silah sistemlerine entegre etmek ve tek tek veya başkalarıyla toplu çalışarak caydırıcılık yeteneğini güçlendirmek gerekir.  

Bahsedildiği şekliyle aktif savunma, bu ülkelerin halihazırda var olan kurumları ve ittifakları terk etmesi değil, daha ziyade dış desteğin gecikmesi ihtimali göz önünde bulundurularak bunların takviye edilmesi anlamına geliyordu. Yani aktif savunma, göz ardı edilemeyecek ilk cephe hattı mesabesinde.

Bu tür stratejik fikirler, birçok Avrupa ülkesinin savunma güvenliği düşüncesinde ana odak noktası haline geldi. Üstelik sadece Avrupa ülkeleri değil, Avustralya, Japonya ve Güney Kore gibi Batı’yla müttefik pek çok ülke de bu düşüncelere odaklandı. Bu ülkeler, tarihlerinde ilk defa olarak son iki yılda savunma belgeleri yayınlayarak, birbirini tamamlayan iki yola bağlı kaldı: öz askerî yetenekleri güçlendirmek ve ABD ve Avrupa ülkeleri ile savunma güvenliği ittifaklarına daha fazla dahil olmak.

Stratejik düşünme biçimindeki bu değişimlerin temel sebebi, bir yanda Çin’in askerî yeteneklerinden kaynaklanan korku diğer yanda da Kuzey Kore’nin artan askerî yeteneklerinden duyulan endişedir.

Bu sorunlar, Batı’nın savunma önerileri ve Avrupa’nın kaygıları takip edilirse, mevcut uluslararası sistemin büyük dönüşümlerin eşiğinde olduğu büyük ölçüde görülür. Kavramlarla başlayan bu dönüşümler, henüz belirlenmemiş yeni gerçeklikleri beraberinde getirecektir.