İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Türkiye ve İran cephesinde farklı gerekçelerle iki sessizlik

Türk seçmen, yerel seçimlerde oy kullanmak için bugün sandık başına gidiyor. Yakın Doğu'da ABD'nin izniyle bölgesel hegemonya için yarışan üç güçten biri olan Türkiye'deki bu siyasi “sınav”, dikkatlerin diğer iki güç olan İsrail ve İran'ın kırılgan bölge devletlerine ne yaptığına çevrildiği bir döneme denk geliyor.

Tüm çirkinliği ve dehşeti ile Gazze trajedisi, İsrail'in yürüttüğü soykırım ve yerinden etme savaşının yoğunlaşmasının gölgesinde, Filistin topraklarının yanı sıra Lübnan ve Suriye'nin geniş bölgelerine de yayılmaya aday. Ürdün'e yönelik olası tehlikeye de dikkat edilmeli.

Soykırımı durdurmak için “arabuluculuk çabalarında” bulunulduğuna dair oyalayıcı boş gevezeliklere ve Tel Aviv ile Washington arasında önümüzdeki saat ve günlerle ilgili “senaryo” konusunda “anlaşmazlıkların” var olmasına rağmen, sürdürülen Amerikan silah ve mühimmatı tedariki "köprüsü", iki başkent arasında Yakın Doğu düzeyindeki genel strateji açısından hiçbir anlaşmazlık olmadığını doğruluyor.

Gerçek şu ki, haritaların yeniden çizilmesine yol açacak yerinden etme planları ilerliyor...

Irak'ın birçok bölgesinde açık bir yerinden etme gerçeği var. Türkiye’nin, Kürt bileşenin özellikle Kerkük ve çevresindeki Türkmen azınlığın kaderini belirlemesini reddetmesi olmasaydı, Irak'ın resmi olarak bölünmesinin 2003'ten sonra neredeyse başarıldığını söylemeye bile gerek yok.

Suriye'de, her biri bölgesel veya küresel olarak desteklenen yerel bir taraf tarafından kontrol edilen en az beş oluşumun oluşmasına neden olan fiili bir bölünmeyi göz ardı etmek saçmadır:

- Alevi azınlığın ve Rus donanma tesislerinin bulunduğu Alevi Dağı ve Vadi el-Nasara'yı kapsayan sahil.

- Türk nüfuzunun bulunduğu Kuzey Halep.

- Kürt-Amerikan uzlaşısının hâkim olduğu Fırat'ın doğusu.

- Bir İran koridoru olan el Bukemal’den Lübnan’a uzanan orta şerit. Rejime kalan toprakların büyük bir kısmı da sakinlerinden boşaltılmış.

- Doğuda Suriye çölünden batıda işgal altındaki Golan’a kadar uzanan Güney. Bu arada Golan’ın kaderinin, İsrail ile İran arasındaki silah ile “pazarlık” zemininde önümüzdeki dönemde belirlenmesi bekleniyor.

Sonra Lübnan var. Lübnan şu anda, son haftalara kadar çıtaları üzerinde uzlaşılmış “angajman kurallarının”, İsrail savaş makinesi tarafından “bozulmasının” daha da şiddetlendirdiği siyasi bir boşluk ve tıkanma ortasında eşi benzeri görülmemiş bir kaygı dönemi yaşıyor.

Şu anda İsrail'in bombardımanlar, yıkım ve suikastlar ile hedeflerini “tüm Lübnan coğrafyasını” kapsayacak şekilde genişletmesi, angajman kurallarının bozulduğunu doğruluyor. Buna karşılık Hizbullah, Baş Güvenlik yetkilisi Hac Vefik Safa'nın Körfez’e yaptığı ziyaretin işaret ettiği gibi soğutmayı ve gerilimin tırmanmasını engellemeyi amaçlıyor. Nitekim Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, önceki gün yaptığı konuşmada siyasi duruma değinmeyerek, bu konuyu önümüzdeki Cuma gününe denk gelen “Kudüs Günü”nde yapacağı konuşmaya erteledi.

Öte yandan son birkaç gündür Hizbullah'ın Genel Sekreter'inin önceki tehditlerinin aksine Tahran'dan gelen bir “mesaj” sonrasında kararlaştırıldığı üzere, gerilimi tırmandırmaktan kaçındığına dair sızıntılar yayıldı. Mesajda İran'ın gelecekte bölgede yaşanacak herhangi bir çatışmanın tarafı olmayacağının açıkça belirtildiği söyleniyor. Bu, en azından Lübnan sahasında “arenaların birliği” stratejisinin çöküşü anlamına geliyor.

Şimdi soru şu: İran, Lübnan ve Hizbullah'a Gazze ve Hamas'a davrandığı gibi davranmaya mı karar verdi? Bir pazarlık ve anlaşma varsa sınırları nelerdir? Bedelleri nedir?

Dahası İran'ın bölgesel rolündeki herhangi bir değişiklik, şu ya da bu şekilde Türkiye'nin rolüne de yansımalı. Tahran'ın bölgesel stratejisi açıkça Şii kartını siyasi ve demografik olarak kullanmaya dayanıyorsa, Ankara'nın Recep Tayyip Erdoğan "dönemi"ndeki yaklaşımları da -sessizce- Sünni kartından yararlanmaya, kendisini Suriye ve Irak'taki Sünnilerin koruyucusu ve savunucusu olarak göstermeye yönelikti.

Ancak Tahran'ın nüfuzunu dört Arap ülkesine dayatma başarısını Erdoğan Ankarası tekrarlayamadı. Zira Washington’un İran'ın yayılmasını durdurmayı reddederken -aslında buna göz yumup sadece sözlü olarak bununla savaşırken- Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyesi olmasına rağmen Ankara'nın ihtiyacı olduğunda ona destek vermekten kaçındığını gördük.

Daha sonra Ankara, Esed rejimini tamamen desteklediğini açıklayan Rusya'nın tehditlerine maruz kaldığında, Amerikan politikası, Ankara'yı 2011'de Suriye devrimine aleni desteğini ifade ettiği pozisyonlarından geri adım atmaya zorlayarak güvenilirliğini daha da zayıflattı.

Böylece Türk lider, Suriye devrimini bastırmaya yönelik “Astana sürecinde” İranlılar ve Ruslarla iş birliği yapmayı kabul etti. Daha sonra bu geri adımını savunmak için bir gerekçe de buldu; Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) önderliğindeki muhaliflerinin Suriyeli sığınmacılara karşı çıkmaları ve mültecilere yönelik acımasız bir ırkçı kampanya başlatmaları.

Türkiye'de bugün yapılacak seçim bir yerel seçim. Bu doğru. Ancak bu aynı zamanda en büyük iki siyasi güç olan Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile kendisini laik Atatürk Türkiyesi'nin gerçek tarihi “varisi” olarak gören CHP arasında bir güvenilirlik ve popülerlik sınavı.

Bugün 39 belediye AKP’nin, 21 belediye de CHP’nin. Diğer belediyeler ise üç parti arasında dağılmış durumda. Ancak bu rakamlardan daha önemli olan, başta ülkenin en büyük metropolü olan İstanbul, ardından başkent Ankara ve ondan sonra İzmir olmak üzere siyasi “ağırlık merkezlerinin” hangi partiyi seçeceği.

İki büyük parti İstanbul'u en önemli yarış arenası olarak görüyor. Ya Ekrem İmamoğlu (CHP’den) belediye başkanlığı koltuğunu koruyup, böylece bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefetin en önde gelen adayı olacağını tekit edecek ya da AKP, Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidar yürüyüşünün başladığı yer olan tarihi “Osmanlı başkentini” geri alacak.

Dolayısıyla İsrail’in savaş davullarını çalması karşısında bir İran ve Türkiye sessizliği ile karşı karşıya bulunuyoruz. Ancak bu iki sessizlik, Tahran ve Ankara'nın pozisyonlarının zayıflığını gösterse de Washington'un uluslararası çözüm üzerindeki tekeli göz önüne alındığında, nedenleri ve bedelleri farklı olmaya devam ediyor.