Amerikalı ünlü dilbilimci ve yazar Noam Chomsky’in son kitabı Who Rules the World?’de (Dünyayı Kim Yönetiyor?) (2017), dev kurumsal kapitalizm, Amerikan ve küresel manzaraya hâkim olmaya geri dönüyor. The New York Review of Books son sayısında, Chomsky'nin kitabını ve benzerlerini yeniden ele alıyor ve inandırıcı olmayan abartılara dikkat çekiyor.
Ancak buradaki mesele bugünün ve yarının inatçı korporatizmi değil, Amerikan sisteminin kendini ya da avantajlarını terk etme isteğidir. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) toplanıp Netanyahu, Savunma Bakanı ve üç Hamas liderini dünya barışını tehdit eden ve insan haklarını ihlal eden eylemlerinden dolayı mahkûm eder etmez, Amerikalılar (İsraillilerden daha fazla!) UCM’yi kınamak için acele ettiler. Ayrıca ABD Kongresi'nde mahkemeye karşı yaptırım uygulanması ve yargıçlarının kınanması için danışmanlık yaptılar!
UCM, Uluslararası Adalet Divanı (UAD) ve Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi de dahil olmak üzere, uluslararası sistemin tüm kurumları 1945'ten ve BM Anlaşması'ndan sonra oluşturulmuştur. Komisyonlar, ajanslar, sözleşmeler ve anlaşmaların hepsi küresel bir adalet, barış ve insan hakları sistemi kurmak için fırsat ve olanaklardır. Tabii ki, Sovyetler Birliği orada değildi, ancak sömürgecilikten çıktıktan sonra gelişmekte olan ulusların yetkilileri gibi katkıda bulundu. Ancak her durumda ABD bu düzenin başlıca savunucusu, koruyucusu ve sözcüsü olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Aydınlanmanın Avrupalı kökenlerine rağmen, ABD, iki savaş sırasında ve sonrasında, bu Aydınlanmanın koruyucusu ve onun en büyük temsilcisi gibi görünüyordu. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarından, 1950'lerdeki Kore Savaşı'ndan ve 1960 ve 1970'lerdeki Vietnam Savaşı'ndan sonra bile bu ahlaki üstünlüğü iddia etti.
ABD, UCM ve UAD ile hiçbir zaman anlaşma yapmamıştır. Ancak Avrupalı müttefikleri aracılığıyla bunları Sovyetler Birliği ve müttefikleriyle olan çatışmalarında ve birçok Afrika ülkesine, Sırbistan'a ve Orta Asya'ya karşı kullandı. Ronald Reagan döneminde başlayan, ondan sonraki Cumhuriyetçiler ve Demokratlar döneminde de bahaneli ve bahanesiz dalgalarla devam eden bir gelgitten bahsediyoruz. Trump döneminde ABD, BM İnsan Hakları Konseyi’nden ve Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nden (UNESCO) ayrıldı. Ayrıca BM’de İsrail'i korumak ve Filistin topraklarındaki işgalini sürdürmek için sık sık veto kullandı. 2003'te Irak'ın işgalinden sonra, ifade özgürlüğü, insan hakları, medya, prestijli üniversiteler, bilimsel araştırma kurumları ve hayırsever ve insani yardım kuruluşları tarafından temsil edilen Amerikan ‘yumuşak gücünden’ bahsetmek çok zor hale geldi. ABD, komünizme ve sola karşı McCarthy dönemini ve ardından sivil haklar ve Vietnam Savaşı nedeniyle gençlerin ve siyahilerin isyanının bastırılmasını yaşadı. Ancak polisin öğrencilere yönelik baskısının Gazze'deki savaş nedeniyle bu seferki kadar şiddetli olduğu bir dönem hiç olmadı. Kampüslerde binlerce kişi gözaltına alındı. ABD polisi halen acımasız davranarak ifade özgürlüğünü ve barışçıl gösterileri hiçe saymaya devam ediyor.
Yahudi meselesinin özellikle ABD ve Almanya'daki özgüllüğü konusunda hiç şüphe yok. Ancak Kongre'de ve medyada öğrencilere karşı oybirliği göze çarpıyor ki Irak'ın işgalinde bile böyle bir durum söz konusu değildi. Mesele sadece Yahudilere özgü değil, aynı zamanda sağın yükselişi ve liberallerin sola ya da nihilistlere ve anarşistlere indirgenmesiyle de ilgili.
Amerikalılar, Çinlilerin projeleriyle, Rusların Wagner'le işgal ettiği ve Fransızların darbeciler tarafından kovulduğu Afrika'yı geri almakla ilgileniyor gibi görünüyor. Ancak ilk görevlerinin, hızla yayılması darbe orduları tarafından engellenemeyen terörizmle mücadele olduğunu düşünüyorlar. ABD, Atlantik ve Pasifik Okyanusları ile Çin Denizi'nde askeri ittifaklarını güçlendiriyor. Bu bölgelerdeki halklar şaşkın. Çünkü Amerikan gücünün yanı sıra demokrasi ve istikrarın yumuşak yönlerini de deneyimlediler. Öte yandan Rusya'nın zorbalığından ve Çin'in Kuşak ve Yol Projesi’nin (2013) ardındaki niyetlerinin belirsizliğinden korkuyorlar.
Sorun şu ki, dağdaki şehrin (Kudüs) liberal ve idealist cazibesi artık dış politikaya yansıyacak güce ve sağlamlığa sahip değil. Ancak Rusya ve Çin'e karşı ahlaki üstünlük iddiası azalmadı, Amerikalılar ise yumuşak yönler değil askeri güç sunuyor. Şimdi yumuşak gücün arkasında ve hatta önünde, sadece Avrupa'da değil, Ortadoğu'da da ortaya çıkan askeri ilerlemeler var. Yumuşak gücün çatışmada yeri yoktur. ABD tarafından inşa edilen dünya düzeni aşınıyor ve ondan önce de yumuşak gücü aşınıyor!