Sudan denildiğinde günümüzde uluslararası kuruluşların sıklıkla tekrarladığı “Sudan dünyanın en büyük insani trajedisidir” ile “Sudan dünyanın en büyük insani trajedilerinden biridir” ifadeleri birbiri ile yarışıyor. Üç aydan fazla bir süre önce ve korkunç rakamlar şu anki seviyelere ulaşmamışken, BM, "Sudan'ın yakın geçmişteki en kötü insani felaketlerden biri olduğu" konusunda uyarmıştı. Pek çok benzer rakam arasında, 47 milyonluk Sudan’da savaş nedeniyle yerinden edilenlerin şu anda 9 milyona, yani toplam nüfusun yaklaşık beşte birine yaklaştığını belirtmek yeterli olabilir. Bu insanların hepsinin acilen gıda ve ilacın yanı sıra güvenliğe ve barınmaya ihtiyaçları var.
Ancak Sudanlıların kendileri hakkında yazdıkları dışında, Arapça yazılar arasında Sudan’da yaşananlara ilgi gösterildiğini düşündüren ya da ima eden hiçbir şey bulamıyoruz. 1967 yılında düzenlenen Arap zirvesinde İsrail ile “uzlaşıya, müzakereye ve onu tanımaya hayır” kararının alınmasından sonra Hartum'un “hayırları” olarak bilinen şeye, Hartum’un mevcut trajedisinden daha çok atıf yapıldığını, ondan daha çok anıldığını söylersek abartmış olmayabiliriz.
Peki ama bu ihmalin nedeni nedir?
Hiç şüphe yok ki aramızda, Afrikalı olması ve sakinlerinin ten rengi nedeniyle Sudan’a ilgi göstermekten geri kalan ırkçılar var. Ancak bu tanımlamanın doğru olmayabileceği kültürel ortamlarda görmezden gelme daha karmaşık ve daha kaçamak bir davranış gibi görünüyor. Çünkü Sudan'daki koşullar, Batılı ve yabancı bir taraf ile çatışmanın sonucu olmadığı sürece anlaşmazlık ve çatışmaların kendilerine ilgi gösterilmesi bir yana, böyle tanımlanmayı dahi hak etmediklerini, dolayısıyla mağdurların, söz konusu taraf onları öldürmediği sürece mağdur olmadıklarını sıklıkla düşünen çevrelerin farkındalığı açısından bir skandal teşkil ediyor. Düşünüldüğünde yüze bir tokat gibi vuran örnek ise şudur; Suriye'de öldürülenler, yakın tarihte öldürüldükleri dahası günümüzde halen öldürüldükleri bilinse de, zaman onları silebilir ve unutulabilirler. Ama geçtiğimiz yüzyılda Cezayir'de öldürülenlere gelince, onlar sırf katil Fransız olduğu için “Bir Milyon Şehit” adıyla kalıcı bir destan halinde aramızda yaşamaya devam ediyorlar.
Sudan (57 etnik grup ile) iç çatışmaların doğurganlığını ve bedellerini göstermesinin yanı sıra ulus-devlet formülünü uygulamanın zorluklarını da gösterdiğinden bizim için skandal bir ülke. Nitekim 2011 yılında Sudan kuzey ve güney olmak üzere iki bağımsız ülkeye bölündü. Dolayısıyla bu gibi meydan okumalar karşısında, hakim siyasi kültürümüzü rahatsız eden ve geçersizliğini kanıtlayan gerçekleri inkar etmeye devam etmemiz kaçınılmaz görünüyordu. Çünkü bunlar defalarca ortaya çıktığı gibi, büyük sorunların her zaman sömürgeci rolden kaynaklanmayabildiğini gösteriyorlar. Aynı şekilde Batılı siyasi ve anayasal formüllere uyum sağlamadaki başarısızlık, kötü oryantalistlerin bizi damgaladığı asılsız bir suçlama da olmayabilir. Daha da önemlisi, sorunlara çözüm ve güç arayışı olarak “birlik” önerisiyle büyüyen kültürümüzü, Sudan ayrılmayı benimseyerek şoka uğratmıştı.
Egemen kültürümüzün Kürt, Hıristiyan, Berberi ve diğer azınlıklarla ilgili bir sorunla karşılaştığında bunun arkasında Batılı ya da İsrailli “parmaklar” olduğunu söyleyerek inkar ettiğini, bu parmakların bazı izlerini keşfettiğini hatırlıyoruz. Aynı şekilde entelektüellerimizin de bu gibi sorunların modernite tarafından yaratıldığını, ondan beslendiğini ya da sınıf çatışması veya bu azınlık grupların liderlerinin iyileştirilemeyen hain doğaları gibi daha derin bir şeyi ifade ettiğini vurgulamakta acele ettiklerini biliyoruz. Bu yönümüzle adını anmayıp “o hastalık” diyerek kanseri yenebileceklerini zannedenlere benziyorduk.
Suriye'nin 1961'de ikinci bağımsızlığını kazandığında kullanılan "ayrılık" ifadesinin, sahibini küçük gören siyasi bir hakarete dönüştüğünü de hatırlıyoruz. Direnişçilerin eleştirilerinin keşfedilmesi zor olmayan nedenlerle hedef almadığı tek ayrılığın, Hamas hareketinin 2007'de Gazze'yi Batı Şeria'dan ayırarak gerçekleştirdiği ayrım olduğunu da biliyoruz.
Ancak bunun da ötesinde, Sudan deneyimi, bilmezden gelme ve sorumluluğu yabancıya yüklemenin ötesine geçen başka bir açıdan da kültürümüz için bir skandal yaratıyor. O açı da ezici narsisizmimizdir. Buna dayanan bizim sadece saf iyilikte bulunduğumuz fikrine, Darfur'da Cancavidlerin işledikleri suçlar bir tokat gibi çarpıyor. Hele de bu Cancavidler Arap oldukları ve Arap olmayan Darfurlulara karşı katliamlar yaptıkları ve halen de yapmaya devam ettikleri için.
İsrail'in Gazze'ye yönelik savaşının neden olduğu kapsamlı psikolojik seferberliğin gölgesinde, bunun gibi belirtiler ve bunların bizim için ölümcüllüğü de artıyor. Öyle ki Lübnan, Yemen ve diğerleri gibi ülkelerin büyük çatışmanın işlevleri ve araçları olmak dışında ilgi çekici hiçbir yanları kalmadı. Bu nedenle bu ülkelerdeki hayat, ekonomi, eğitim veya herhangi bir şey dikkatimizi çekmiyor. Tek kötülük zannedilen şey ile büyük mücadeleye dahil olan kısımları dışında, bir bütün olarak önemleri giderek azalıyor.
Sudan'a gelince, kendisini bahsi geçen büyük çatışmayla ilişkilendirmek zor olduğundan, bırakın halkı ölsün ve bu deneyimin bizim için yarattığı skandal da onunla birlikte gömülsün.