Amerikan The New Yorker dergisinin Eylül 2001 sayısında Samantha Power, Ruanda'daki soykırımla ilgili gerçeklerle dolu ve ilgi çekici bir insani anlatımla, "Soykırımı Seyredenler" başlıklı bir makale yazmıştı. Makalenin temelini oluşturduğu "Cehennemden Bir Sorun" adlı kitabı ile de prestijli Pulitzer Gazetecilik Ödülü'nü kazanmıştı. Bugün Samantha Power, Başkan Joe Biden yönetiminde bir bakan ve USAID veya Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Kalkınma Ajansı aracılığıyla Amerikan yardımlarından sorumlu. Göreve geldiğinde, üçüncü binyılın başında onun adını duyuran soykırımın tanığı olarak gösterdiği insanlık ve insanlığa duyduğu tutku yok oldu. Peki, onun ve onun gibilerin insanlığına ne oldu da yok oldu? Bir halkın yok edilmesi ile diğer halkların yok edilmesi arasında bir fark mı var? Yoksa adalet bölünebilir bir şey mi? Ruanda'da soykırım kötü, Gazze'de soykırım iyi mi?
Samantha Power'ın eski Başkan Bill Clinton yönetimine yönelttiği sorular, Amerikan yönetimini zor durumda bırakan sorulardı. Yine bunlar, Samantha ve Biden yönetimine 9 ay boyunca her gün ve canlı olarak yayınlanan iğrenç bir soykırımın yaşandığını hatırlatmak için burada tekrarlanmaya değer sorular. Fail, suç ortağınız olduğunda Gazze'de durum soykırım olmaktan çıkıyor mu?
Peki, Samantha'nın Clinton yönetimine yöneltip de üyesi olduğu hükümete yöneltmeye cesaret edemediği sorular nedir? Sayın Power, aralarında aşağıdakilerin de bulunduğu pek çok soru yöneltmişti; ABD neden Ruanda'daki soykırımla ilgili hiçbir şey yapmadı? Ulusal güvenlik yetkilisi Sandy Berger'in raporunun kenarlarına yazdığı notlardan da anlaşıldığı üzere, Başkan Clinton'un soykırımdan haberi olmaması mümkün müdür? Peki, o dönemde ölüm kalım meselelerinde söz sahibi ve dış politikayı yöneten siyasetçilerin arasında sorumlu kimdi? Yönetimin içinden veya dışından soykırımı kınayan sesler var mıydı? ABD neden soykırımı durdurmak için hiçbir şey yapmadı? Clinton, Ruanda ziyareti sırasında özür dilediğinde bile bu neden sönük kalan bir özürdü?
Bunlar Sayın Power'ın, okuyucunun Clinton'un yerine Biden'ı, Ruanda yerine de Gazze'yi koyabileceği ve aynı soruları dünün gazetecisi değil, bugün Amerikan yönetiminin bir yetkilisi olarak Samantha'ya da sorabileceği sorular.
Sayın Power'ın bu makaleyi okumayacağını ve bizim tarihin sayfalarının kenarına yazdığımızı biliyorum; çünkü metnin sahibi onlar, biz ise kenardayız. Buna rağmen onlara ve kendimize, soykırımın hep birlikte seyircisi olduğumuzu hatırlatmalıyız. Samantha Power'ın makalesinin veya kitabının açıkça gösterdiği ABD’nin ayıbı ve ikiyüzlülüğü, münferit bir durum değil, aksine mesele daha derin ve bizimle onlar arasında ciddi bir tartışmaya ihtiyaç var.
ABD'ye ilk kez gittiğimde, Amerikan toplumunun siyasi ve kültürel sınıfının, dünyaya Holokost olarak bilinen Yahudilerin uğradığı soykırımı hatırlatmada aktif bir Amerikalı Yahudi olarak Elie Wiesel'in Nobel Barış Ödülü'nü (1986) kazanmasını kutlamaya dalmış olduğunu hatırlıyorum. Wiesel’in yüzü Amerikan ekranlarını dolduruyordu. Buna rağmen Wiesel, Arap-Amerikalı entelektüel Edward Said ile ilk münazarasında, Yahudilerin Filistin halkına karşı uyguladığı şiddeti savunarak ilk testinde başarısız olmuştu.
Elie Wiesel, İsrail'in ve onun yerleşim politikalarının sadık bir savunucusuydu. İsrail devletinin kurulmasının Holokost'ta yaşananlara doğal bir tepki olduğuna inanıyordu. Edward Said ise Wiesel’in biyografisinin çelişkili olduğunu düşünüyordu. Bir yandan Holokost'tan sağ kurtulan biri olarak yaşadığı deneyim nedeniyle övülüyordu, diğer yandan kendisi İsrail'i Filistinlilere karşı şiddete teşvik ediyordu.
Bir keresinde Edward'ı eleştirmiş olsam da o Amerikan arenasında, Arap Amerikalılar arasında nadiren tekrarlanan önemli bir kültürel sesi temsil ediyordu. Müzikten edebiyat eleştirisine kadar genel olarak kültür sahasında ender görülen bir insandı. Bu nedenle de New York Yahudilerinin Arapların geri kalmışlığı hakkında söylediklerine karşı canlı bir sembolü temsil ediyordu.
Holokost'tan sağ kurtulan Elie Wiesel ile bir zamanlar Patates Kıtlığından ve yine İrlanda'daki İngiliz şiddetinden kurtulan İrlandalı-Amerikalı Samantha Power arasında, soykırımın başka tür bir seyircisi daha var. Bunlar soykırımı normal seyirci koltuklarında değil, localarındaki koltuklarında seyrediyorlar. Bölünmüş bir görüşe sahip bu seyirciler gerçeği tek gözle, yarım kalple ve çeyrek akılla görüyorlar. Zulmü seçici bir şekilde anlattıkları için Pulitzer’den Nobel’e ödüller kazanıyorlar.
Zulüm karanlıktır ve karanlıklarından biri de seyirciler birinci sınıfın rahat koltuklarında otursalar bile görüşlerini karartmasıdır. Gazze, 24 saat canlı yayınlanan soykırıma karşı kayda değer bir şey söylemeyen kültürel Batı'nın günahıdır. Gazze’de ne olduğunu anlamak için bunun için arşivi tarayacak Elie Wiesel ve Samantha Power gibi tarihçilere ya da anlatıcılara ihtiyacımız yok. Hepimiz seyrediyoruz ama her birimiz kendi konumunda bir seyirci olarak.