İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Ortadoğu'nun güvenliği taktik hesaplarla belirleniyor

Yılların deneyimi bana, haberlere her zaman hakim olan, dikkatleri diğer her şeyden uzaklaştıran iki olaydan korkmayı öğretti; birincisi ABD “başkanlık seçimi yılı”, ikincisi ise yaklaşık bir ay boyunca insanların ilgisini kendisine çeken Dünya Kupası, Olimpiyatlar gibi önemli uluslararası spor etkinlikleri.

Bugün hem ABD başkanlık seçimlerinin hem de Paris Olimpiyatlarının olduğu bir yılın ortasındayız. 7 Ekim'den bu yana, birbirini izleyen ve sorunları çözmeye yönelik herhangi bir gerçek inisiyatif veya stratejik vizyon olmaksızın sonuçlarını doğuran önemli olaylarla karşılaşıyoruz. Ortadoğu açısından, bölgedeki oluşumların ve bölgesel sponsorlarının uyurgezer biri gibi yürüdüklerini görüyoruz. Adımlar ve karşı adımlar, tarihi uzlaşılar için sağlam bir zemin bulmayı vaat eden net bir vizyondan yoksun, taktiksel bir nitelik kazanıyor. Bugün "angajman kurallarını" korumaya yönelik ortak bir istek gibi görünen şey, sahadaki bazı güçlü ve yakın küresel ilişkilerinden en fazla fayda sağlayan tarafların kasıtlı olarak gerilimi tırmandırdığı gerçeğini gizlemiyor.

Örneğin İsrail liderliği, şu anda kendisinin iktidardaki aşırı sağın hiçbir zaman inanmadığı her türlü barış taahhüdüne uymaktan muaf olduğunu düşünüyor. Dahası Hamas hareketi hâlâ  çok sayıda İsrailliyi rehin tutarken, bu liderliğin hareketin lideri İsmail Heniyye'yi tasfiye etmeye yönelmesi, rehinelerin kaderinin, Filistinlileri bir halk, kimlik ve dava olarak tasfiye etmeye kararlı olan Binyamin Netanyahu ve destekçileri için öncelikler listesinin “en altında” olduğunu bir kez daha doğrulayan bir davranış.

Diğer tarafta Hamas hareketini destekleyen arenalar birliği konusunda çok şey söylendi. Ancak bu destek geçtiğimiz aylarda askeri eylemlere dönüşse de bu eylemlerin  hiçbirinin İsrail'in Gazze Şeridi de dahil olmak üzere Filistin topraklarında yaptıkları, İsrail'in Lübnan'a, Suriye ve Yemen'e hava saldırıları veya Tahran'ın araçlarının adlandırmayı sevdiği şekliyle direniş ekseni başkentlerinin kalbinde niteliksel olarak artan bir dizi suikastın seviyesine ulaşmadığı söylenebilir.  

Bu gerçeklik fiili olarak direniş ekseni ve arenalar birliği terimlerinin yeniden tanımlanmasını gerektiriyor, özellikle de duyduklarımız ve konuşmaların güçlü tonuyla mütevazı içerikleri arasındaki çelişkinin giderek güçlendiği göz önüne alınırsa. Nitekim bu konuşmaların çoğunda artık bariz bir niteliksel değişim var. İranlı liderlerden defalarca duyduğumuz “İsrail'i ortadan kaldırmak 7 dakikadan fazla sürmez” gibi ifadelerin ardından bugün Tahran'ın müttefiklerinden “Amacımız İsrail'in kazanmasını engellemek!” şeklinde tuhaf açıklamalar duyuyoruz. Buna ek olarak, direniş ekseninin bileşenleri arasındaki karşılıklı güven düzeyi ile gerilimin sınırlarının tanımı, İsrail suikastlarına verilen yanıtın düzeyi de dahil olmak üzere, artık eskisi kadar tutarlı görünmüyor.

Aslında gerek İran'dan gerekse Lübnan Hizbullah'ından gelen tepkilerden, uğradıkları manevi, siyasi ve güvenlik kayıplarına rağmen Washington’dan güç alan Binyamin Netanyahu'nun bilinçli olarak planladığı bir çatışmaya çekilmek istemedikleri oldukça açık ve net anlaşılıyor. Bunun mantıksal nedeni, İran liderliğinin en büyük önceliğinin, İsrail'e karşı intihar niteliğinde bir savaş yürütmek değil, kabul edilebilir ve ABD tarafından garanti edilmiş şartlarda İsrail ile "bir arada yaşamak" olmasıdır.

Washington bile uzun vadede kendisi ile stratejik çıkarları olduğunu düşündüğü Tahran rejimini ortadan kaldırmak istemiyor. Bu noktada, bazı Amerikalı politika planlayıcılarının daha önce Washington'un hedefinin "Tahran rejimini değiştirmek değil, davranışlarını değiştirmek" olduğunu söylediğini hatırlatalım. Rejimin “davranışlarını değiştirmek” elbette kendisine tanınan sınırların farkında olmasını, İsrail'in varlığını ve hayati çıkarlarını tehdit eden faaliyetlere bulaşmaktan kaçınmasını da içeriyor. Konuşma ve söylemlerden uzakta, İran liderliğinin ve ona bağlı güç ve örgütlerin Irak, Lübnan, Yemen ve Suriye'de yaptığı da tam olarak budur.

Son olarak Suriye'de olup bitenlere gelelim...

Bugün pek çok insan son gelişmelerin ardından Suriye'deki durumu izliyor. Bu gelişmeler (İranlı güvenlik yetkililerine yönelik suikastlar da dahil) Suriye topraklarına yönelik çok sayıdaki İsrail operasyonuyla başlıyor, yakın zamana kadar bilinen ve tanınan, hatta iktidarın başına çok yakın mevkilerde bulunan isimlerin siyasi sahneden kaybolma koşulları ile devam ediyor, Suriye rejimi liderinin Aksa Tufanı operasyonu ve Gazze'deki savaşın kızışmasına ilişkin tuhaf sessiz kalma tutumu ile sonlanıyor. Dahası Suriye rejimi Tahran'da İsmail Heniyye ve Beyrut'un güney banliyölerinde Fuad Şükür'e düzenlenen iki suikast için bir taziye mesajı yayınlamaktan bile kaçındı.

Gerçekten de (baba ve oğul) Esed rejiminin iç işleyişine aşina olan kaynaklar, rejimin İsrail ile 1974’te imzaladığı herhangi bir tarafın Suriye topraklarını İsrail’e saldırmak için kullanmasının önlenmesini içeren güvenlik anlaşmasına üstü kapalı olarak bağlı kaldığını düşünüyor. Şahsen İran'ın ve kollarının, özellikle Lübnan'daki kolunun, mahiyetini ve doğasını, hayatta kalma ve varlığını sürdürme karşılığında İsrail ile "bir arada yaşama" ilkelerini bozmaktan kaçınma konusundaki kararlılığını çok iyi bildiği bir rejimin bu gerçekçiliğini anladığını düşünüyorum.

Binaenaleyh “taktik hesapların” ideallerin ve büyük stratejik vizyonların önüne geçtiği bir dönemde, naif olanlar dışında tüm oyuncular, söz ile eylemin başka bir şey olduğunun farkına vardı. Dahası ne İran, boşanmanın yasak olduğu Katolik bir evlilikle Moskova ile evli, ne “direniş ve karşı çıkış” uzun ömürlü bir malzeme ne de ihtiyari ve amaca uygun olarak yaratılmış oluşumların sınırları, sahipleri varlıklarını dikte eden yaklaşımlara uymadıkça ayakta kalabilir.