Hazım Sağıye
TT

İsrail'e karşı nasıl bağışıklık kazanacağız?

İsrail, çevresi için endişe kaynağı olan bir ülkedir ve öyle de olmalı. Bölgedeki tek nükleer güç olup, uluslararası hukuka uymamakta, soykırım boyutu taşıyan savaşlarında ise sivilleri askerlerden ayırmaya yönelik gözle görülür hiçbir çaba sarf etmiyor. Suçlu ve kötü bir kibirle, ilerleyişini engellemeleri durumunda uluslararası güçlerin karargahlarını bombalamak gibi eylemlerden bile geri durmuyor. Bunlara ek olarak son - mevcut savaş, bölge ülkelerine karşı muazzam bir teknik üstünlüğe sahip olduğunu da gösterdi. Teknoloji, kullanımını yönlendirebilecek bir mantığa göre iki kez öldürme gücüne sahiptir. Bir kere genelleştirilmiş öldürme yöntemini kullanarak öldürür, bir kere de bazen sahipleri onu bir ideolojiye dolayısıyla siyasete alternatif bir ideolojinin taşıyıcısı olarak sunabildiği için öldürür. İsrail'in iktidar partileri döneminde her gün yaşadığımız ve herhangi bir Filistin devletinin reddedilmesi, Batı Şeria'da yerleşimin teşvik edilmesi, aşırı ulusal-dinsel farkındalığın yaygınlaştırılması gibi açık başlıkları da bunlara eklersek, kendisine karşı bağışıklık geliştirmemiz, tehlikelerini politikayla nasıl çevreleyeceğimizi düşünmemiz için yeterli nedenler oluşuyor.

Peki, bağışıklığı nereden getireceğiz?

Sorunun kökeni içinde bulunduğumuz koşullar ve bunlar ile konuşma ve davranış arasındaki uçurumda yatıyor. Geleneksel olarak İsrail'e karşı tutum, birçok deneyimde, komşu ülkelerin sınırlarını aşan bir husus olarak sunuldu. Ancak söz konusu komşu ülkelerin hepsi bağışıklık, herhangi bir bağışıklık eksikliğinden muzdaripler. Zira onlar devletçilik açısından zayıflar, derinden bölünmüş ve atomize olmuşlar, devlet ve millet düzeyinin altında mezhepsel, etnik ve grupsal duygular ve bağlılıklarla savrulup duruyorlar. Bu da sadece sınırları aşan, çok maliyetli olan bir çağrıya yönelmek ile kendi parçaları arasında hepsini devlet ve vatan seviyesi altına düşüren bir çatışmanın yaşandığı bir oluşum arasındaki korkunç çelişkiyi tesis ediyor. Gerçek şu ki, ifadeyi ne kadar abartırsak (örneğin: Filistin Arapların büyük savaşıdır veya pusuladır demek gibi), ifadenin asıl içeriğinin o kadar boş olduğunu keşfediyorduk.

Öyle olduğunu iddia etmesine rağmen milliyetçi ve vatansever olmayan Arap Maşrık (Levant) bölgesi, onlarca yıldır kendisini milliyetçilik ve vatanseverlik olarak tanımlanan bir savaşın içinde buldu. Sadece bu da değil, İsrail meselesinin sunulma veya kullanılma şekli, ilgili ülkelerin iç bölünmelerini kat kat artırarak, bağışıklıklarını giderek zayıflattı. Filistin'de bile “dava”, bağımsız siyasi araçlarla Filistin milliyetçiliğinin oluşmasını engellemede katkısı olan büyük iç bölünmelerin yakınında yaşıyor.

Bu yolun birleştirici bir rol üstlenmek yerine, en belirgin sonucunun parçalanmış olanı daha da parçalamak ve bu parçaları iç savaşın sınırlarına yerleştirmek olduğunu söyleyen deneyimler tekrarlandı. Bu ise, vatanseverliğin tek temele, yani İsrail ile çatışmaya dayandığını iddia eden ve böylece bu çatışmaya kapasitesini aşan, hatta bazen kendisine karşı çıkan bir şey yükleyen yanılsama ve retorik literatürlerine tamamen aykırı.

Bu anlamda Maşrık’ta bağışıklığın kaybedilmesinin en önemli sebeplerinden biri Filistin-İsrail meselesinin ciddiyetle ele alınamamasıydı. Ciddiyet ile ele almaksa, her şeyden önce, onu daha uyumlu toplumlar ve milislerin kurcalamadığı daha saygın devletler inşa etmekten kaçışa dönüştürmemek anlamına geliyor. Böylece Filistin ve İsrail meselesini sözlü olarak kutsal da olsa belli bir yerel grubun diğer gruplara karşı, bir yöneticinin halkına karşı bahanesi haline getirmekten kaçınırız. Zira bu tür davranışlar İsrail'e karşı bağışıklığı ortadan kaldırmak ile yetinmez, aynı zamanda üstün İsrail modelinin korkan veya baskı altındaki gruplar için çekici hale getirilmesine de  katkıda bulunur.

Gelgelelim “davanın” savaşlar ve iç çatışmalar bağlamındaki konumu ve konunun güvenlik (Suriye) ve ardından dini (İran) rejimler tarafından ele geçirilmesinden dolayı, hoş olmayan olgular ortaya çıktı. Bu olguların son ifadelerinden biri de bir grubun başına bir şey geldiğinde alay etmek veya amacı mutlaka para olmayabilecek, aksine kabul edilemez bir sivil veya siyasi yoruma sahip olan ve dayatılan bir statükoyu protesto etmek olabilecek casuslar aracılığıyla sızmaktır.

Sömürgecilik ve bağımsızlık ile ilişkide kaybettiğimiz ve bağışıklık ile birlikte geri kazanılmasının bize faydası olabilecek başka bir deneyimimiz daha var. Ulus-devletlerin inşasından önce, sömürgeciliğe karşı geniş halk güçleri, partiler, bireyler ve hareketler tarafından ifade edilen fiili bir direniş mevcuttu. Ancak bu ülkelerin kurulması ve sömürgecilik karşıtlığının, devletin zayıflığını ve baskısını gizleme işlevi gören sözlü bir örtüye dönüşmesiyle birlikte, gerçek bağışıksızlığın ifadesi olan sahte ve üretilmiş bir bağışıklıkla karşı karşıya kaldık. Böylece, geçmişte kalan bir sömürgeciliğe karşı çıkan işlevsel ve şişirilmiş bir gürültü, sömürge dönemine duyulan artan özlem ve ona yönelik hasretin birçok şekilde ifade edilmesi ile bir arada var oldu.

İsrail meselesinde zayıf bağışıklığın ifadeleri ne “alay etme” ve “sızma” ne de “Büyük Arap Davası”, “Pusula” vb gürültülü sloganlar ile sınırlı değil. Çatışmayla doğrudan ilgili olanların vatandaşlara sahte zaferler hakkında yalan söylemeleri, sivillerin kurban edilmesi için verimli hazırlıklar, dünyayı gülünç direniş klişeleri ve mevcut savaşı gülünç hale getiren başka şeylerle doldurmak da bunlara ekleniyor. Böylece mümkünü yaratma konusundaki büyük beceriksizliğimiz meydanda iken imkansızı yaratma çağrıları yükseliyor.

Eğer şiir ile Heideggerci teknik ikiliğini bir dereceye kadar değiştirmemiz ve konumuza uyarlamamız mümkünse, ölümcül bir teknik ile kötü bir şiir arasında şiddetli bir mücadele içinde yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bu durumda bağışıklık nereden ve nasıl kazanılacak?