İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Endişe verici belirsizliğin ortasında Lübnanlılar kendilerine bir vatan arıyor!

Lübnan vatandaşlarının kendi memleketlerinde kendilerini “ağır bir misafir” olarak bulmaları çok cesaret kırıcı, hatta felaket bir kaderdir.

İsrail’in uyulmaması halinde sorumluluk üstlenmediği (!) askeri “tavsiyelerine” dayanarak 1 milyondan fazla Lübnanlının birkaç hafta içinde yerinden edilmesi gerçek bir trajedi.

İşin aslı şu ki, ister yerinden edilmiş olsun, isterse başını sokacak bir çatısı ve evi olsun, bugün Lübnan vatandaşının geleceği belirsiz.

ABD başkanlık seçimleri için geri sayım sürerken ve İran'da Dini Lider'in “halefi” arayışı hızlanırken, bir yanda Anthony Blinken ve Amos Hochstein’in diğer yanda Abbas Arakçi ve Muhammed Bakır Kalibaf’ın “eğlendikleri” belirsiz ve endişe verici bir geleceği var.

Bu noktada, unutmuş olabilecekler için Abbas Arakçi'nin kendisinin birkaç yıl önce Umman'ın başkenti Maskat'ta ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı'nın (CIA) şu anki yöneticisi William Burns ve mevcut Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan başta olmak üzere Amerikalı politikacılar ile İran'ın nükleer dosyasına ilişkin gizlice pazarlık yaptığını belirtmek isteriz. Lübnanlılar için sorun, bu parlak müzakerecinin kendisi için meşru gördüğü bir şeyi başkasına yasaklamasıdır.

Arakçi birkaç gün önce İsrail'in ölümcül, yıkıcı ve yerinden edici saldırısının ortasında Lübnan'ı ziyaret etti, ancak sakin ve mantıklı bir diplomasi yoluyla “durumu kontrol altına alma” çabalarını kolaylaştırmak yerine, Meclis Başkanı Nebih Berri (ülkenin birinci Şii lideri) ve Başbakan Necip Mikati'nin çabalarını fiili olarak baltaladı. Ziyaretten önce Meclis Başkanı Berri ve Başbakan Mikati, Lübnan ile ilgili BM kararlarının uygulanması ve Lübnan ile Filistin arenalarının -geçici de olsa- ayrılması yönünde çağrılarda bulunmuşlardı. Lübnan'da sahada ve insani, siyasi açıdan yaşananlar ve yaşanmaya devam edenler gölgesinde, rasyonel politikacılar ve gözlemciler bir soluk almanın, bir yandan devletten geriye kalanları koruyabilecek, diğer yandan kendisini psikolojik olarak sıkıntılı, içeriden kuşatılmış, dışarıdan tehdit altında gören Lübnanlıların önemli bir kesiminin, yani Şii toplumunun izolasyonunu engelleyebilecek sorumlu siyasi girişimler yoluyla gerilimlerin azaltılmasının gerektiğini düşünüyor.

Onu tanımayanlar için Nebih Berri, Güney Lübnan'ın azimli ve çileli bir evladıdır ve on yıllar ve nesiller boyunca kararlılığı kanıtlanmıştır.

Üstelik son on yıllar boyunca, Tahran Lübnan'ı birbiri ardına maceralara atarken, Arap bölgesini bir kargaşa ve çekişme ateşine doğru iterken, bu tecrübeli siyasetçi etkili bir "şok emici" rolünü oynadı. Ne var ki zaman, İran’ın bu yaptıklarından en büyük yararlananın sadece ve sadece İsrail olduğunu kanıtladı.

Ne yazık ki İran, Irak'ın yönetimini fiilen devraldığından beri Yakın Doğu bölgesinin özelliklerini değiştirmeyi, bölgedeki oluşumların bileşenleri arasında mezhepçi psikolojik “uçurumlar” açmayı başardı. Bu durum hızla iç savaşlara, mezhepçi hassasiyetlere, bölünmelere, suikastlara ve yerinden etmeye dönüştü. Daha sonra, hayal kırıklığına uğramış Arap kitlelere yönelik seferberlik söylemi aracılığıyla, İsrail ile mücadele cephelerinin ön saflarında bile aşırıcılığın alevlenmesine yol açan tüm koşullar oluşturuldu.

Gerçekten de sağcı aşırılık kampında Bezalel Smotrich ile Itamar Ben Gvir gibi Tevratçı maceracılar ile aşırı faşistler artarken, buradaki ılımlılık potansiyeli, solmuş sonbahar yaprakları gibi düşmeye başladı. Bu artış ile birlikte Binyamin Netanyahu ile cisim bulan ve onun yönettiği fırsatçı, yozlaşmış bir otorite altında aşırılık, Filistinlileri zorla göç ettirme projesinin etkinleştirilmesine yol açtı. Dün, ABD Dışişleri Bakanı Blinken lütfederek bize Washington'un “Lübnan devletinin Hizbullah'a karşı kendisini dayatma çabalarını desteklediği” güvencesini verdi. Tabii Hizbullah'a karşı “İsrail'in kendini savunma hakkı olduğunu” söylemeyi unutmadan.

Yine tabi ki Netanyahu'nun şartlarına göre, ABD’nin İsrail-Lübnan barış anlaşması için eski-yeni “pazarlaması” gibi görünen bir tutumla Blinken sözlerine şöyle devam etti: “İnsanların evlerine dönebilecekleri ve yeniden emniyete kavuşabilecekleri bir ortam yaratılmasına yardımcı olmaya çalışmak herkesin çıkarınadır. Bu İsrail'in çok açık ve meşru çıkarıdır ve Lübnan halkı da aynı şeyi istiyor. Dolayısıyla bunu başarmanın en iyi yolunun, bir süredir üzerinde çalıştığımız ve şu anda da kendisine odaklandığımız diplomatik uzlaşı olduğuna inanıyoruz.”

Amerikalı Bakan konuşmasını, Washington'un “Lübnan devletini yıllarca süren Hizbullah hakimiyetinden sonra kendisini yeniden inşa etmesi için destekleme" arzusunu teyit ederek bitirdi. Şahsen ben Lübnanlıların büyük çoğunluğunun yarından önce bugün “devletin” siyaset sahnesine dönmesini ve kontrolü ele almasını istediğini iddia ediyorum. Ama- dedikleri gibi- şeytan ayrıntıda gizlidir!

Her şeyden önce Hizbullah'ın şu anda içinde bulunduğu durum gizemini koruyor. Hizbullah’ın siyasi aygıtını ne zaman yeniden inşa edebileceği, Tahran'ın diktelerinden uzakta girişimlerde veya manevralarda bulunma gücünü ne zaman toplayabileceği henüz belli değil.

Dahası çoğu Lübnanlının hayalini kuruyor olabileceği “devlet”, ABD Dışişleri Bakanı'nın ima ediyor olduğu gibi Netanyahu hükümetinin entegre olmak istediği “devlet” ile aynı olmayabilir.

Buna ilaveten, Washington'un bu konuda “dürüst arabulucu” rolünü üstlenebilecek güç ve istekliliğe sahip olduğunu diyelim ki kabul ettik, ABD'nin bırakın Filistin'i, Lübnan, Suriye ve de Irak'taki önceki yaklaşımlarının ve davranışlarının ne kadar cesaret kırıcı olduğunu gördük.

Son olarak, Blinken, Hochstein ve onların arkasından Başkan Joe Biden'ın meseleyi umduğumuz ciddiyet ve dürüstlükle ele aldıklarını varsayalım, gelecek ayın ilk haftasından sonra ortaya çıkabilecek farklı bir Amerikan yönetiminin, Blinken ve Hockstein gibi İsrail'in dostu olduğu düşünülen yüzler tarafından önerilmiş olmalarına rağmen, mevcut yönetimin yaklaşımlarına bağlı kalacağının garantisi nedir?