İki popüler düşünce ekolü arasındaki anlaşmazlığı, belki de nedenleri belirleme ve yorumlama yollarından kaynaklandığı şeklinde ifade etmek mümkün. Birinci ekol, psikolojik, ekonomik veya diğer arka planları inkar etmeden, bu nedenlerin belirli olay ve gerçekler olduğuna inanıyor. Bu ekole göre örneğin Japonya'nın 1940'larda yayılmacı ve askeri hedefleri vardı, ancak Japonya ile ABD arasındaki savaşın nedeni Pearl Harbor operasyonuydu. Diğer ekol ise sebepleri sunarken kaçınılmaz temel esasları kullanır. Bu ekole göre Japonya yayılmacı olduğundan, Pearl Harbor olsun ya da olmasın, savaş mutlaka çıkacaktı. Pearl Harbor saldırısı düzenlenmeseydi de aynı sonuca yol açacak başka bir olay yaşanacaktı.
Durum şu ki, ikinci ekol, fikirleri seküler hatta ateist terimlerle formüle edilse bile, en uzak kaynağı din olan bir yorumun esiri olmayı sürdürüyor. Bunun nedeni, ister arkasında Yaradan'ın durduğu iyi olsun, ister arkasında Şeytan'ın durduğu kötü olsun, dünyadaki olaylar karşı konulamaz iradelerin sonucudur. Bu, ilk ekolün insani girişimin rolüne ve sonuçlara müdahale etme ve bunları değiştirme, ardından politikaya, diplomasiye ve tutuma, dolayısıyla insanların eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmelerine daha büyük bir rol verme becerisine güvenmesiyle çelişmektedir.
Lübnan'ı savunma konusunda sunulan en yaygın iki argümana bakan kişi, bu iki ekolün kendileri ve takipçilerinin düşünce biçimleri üzerindeki etkisini keşfedecektir.
Lübnan'ı koruduğunu söyleyerek direnişi savunanlar, argümanlarını İsrail'in yayılmacı ve saldırgan bir devlet olduğu ve Lübnan'a bugün olmasa bile yarın saldıracağına dayandırıyorlar.
İsrail’in saldırganca hazırlıklarının tehlikesini önemsesek de, bu yorum, İran'ın “mutlak kötülük” teorisinin öne sürdüğü gibi, varsayılan esaslar lehine somut olay ve deneyimleri dışlıyor. Bu nedenle, örneğin altmışlı yılların sonlarına kadar devam eden bir sükunet ve huzur dönemini başlatan 1949'daki Rodos Mütarekesi'ne herhangi bir atıfta bulunulmuyor. Özellikle 1969'daki Kahire Anlaşması'ndan sonra Lübnan sınırında başlatılan Filistinli örgütlerin silahlı eylemlerinin, 1978'deki küçük çaplı İsrail işgaline ve ardından 1982'deki büyük çaplı işgaline yol açtığına da dikkat çekilmiyor. Ayrıca, Güney Lübnan’ın kurtuluşundan 6 yıl sonra iki İsrail askerinin kaçırılmasının 2006’daki savaşa ve yıkımına yol açtığından veya mevcut felaketlere neden olan ve olmaya devam eden şeyin mevcut “destek ve meşgul etme savaşı” olduğundan da bahsedilmiyor.
Başka bir deyişle, dünyada olup bitenlerin arkasında nihai nedenler yoktur; bunun yerine yalnızca etkilemesi, değiştirmesi zor olan niyetler ve hırslar ile müdahale olasılıkları vardır. Kaçınılmaz kaderlerle olan ilişkilerimizde mümkün olan tek müdahale yolu ise ya bizim yok olmamız ya da ötekinin yok olmasıdır. Daha iki gün önce bu bilincin işleyişini gösteren küçük bir örnek yaşadık; İsrail'in Lübnan'ın kuzeyindeki Maruni köyü Aito'ya düzenlediği hava saldırısında 22 kişi öldü. Ancak direniş medyası, Hizbullah kadrolarından Ahmed Fakih adlı birinin Aito'da bulunmasının bu felaketi yaşamasına neden olduğunu kabul etmeyi reddetti. Çünkü ona göre İsrail kötülüğü Ahmed Fakih olsun ya da olmasın o köyü mutlaka hedef alacaktı.
Olayın dışlanması gibi, ölüm ve yıkım, büyüyen iç bölünme, Lübnan'ın Arap dünyasında ve dünyada siyasi veya ekonomik olarak etkili dostlarını kaybetmesi, pek çoklarının Hizbullah'ın alternatif liderliğinin kaynağı haline geldiğini tahmin ettiği İran nüfuzunun genişlemesi gibi eylemlerin değerlendirilmesi gereken sonuçlarının dikkatle düşünülmesi de dışlanır. Burada da sonuçları tartışmak yerine, ulusal kurtuluşa ulaşmak için ödenmesi gerekli olan bedellere dair başka bir tılsımdan bahsedilir. Oysa Lübnanlıların ödediği yüksek bedellerin, kıyaslanamaz derecede daha az özgür, aynı zamanda daha az müreffeh ve daha az iç birliğe sahip bir dünyaya giden bir yol olduğu biliniyor.
Aynı şekilde her türlü karşılaştırma da dışlanır. Örneğin karalamaya ve ihanet suçlamalarına maruz kalmaya devam eden bir antlaşma olan 17 Mayıs 1983 anlaşmasının, bugün Hizbullah direnişinin bize sağladığı iddia edilen korumanın milyonlarca katı koruma sağladığı söylenmez. İbrani devleti ile barış anlaşmaları olan Mısır ve Ürdün'ün topraklarının işgal edilmediği ve İsrail'in onlara saldırmadığı, uzlaşmayı ve barışı reddeden Lübnan ve Suriye'nin koşullarıyla kıyaslanamayacak bir durumda oldukları da söylenmez. İsrail'in, uluslararası tahkim heyetinin 1988'deki kararı uyarınca Sina Adası'ndaki Taba'yı Mısır'a teslim ettiği de söylenmez.
İnsanlar dünyayı olaylarla açıklamayan, eylemleri sonuçlara göre yargılamayan, benzer şekilde, nedenleri farklı olan dolayısıyla sonuçları farklı olan vakaları karşılaştırmayan teorilere kurban edilerek öldüğünde, tanık olduğumuz ölüm ve yıkımla sahteliğin birleştiği bir anla karşı karşıyayız demektir. Bu sahtelik, sabote edilmiş ve yaşlanmış bir bilincin ifadesi olabilir, ancak kesinlikle aklı küçümseyen, vatandaşları bilgisiz bırakan ve çocuk sayan davranışları koruyan düpedüz yalanlarla sonuçlanır.