Aksa Tufanı operasyonun üzerinden bir yıl geçti ve sonuçları şunlardı; fırtınalar, kasırgalar, İsrail katliamları, göç dalgaları, Gazze Şeridi'nde tersine göç, Lübnan’da onu takip eden güneyden başkente doğru göç, keza önce güneyden merkeze, ardından bunun yerini alan kuzeyden merkeze yaşanan başka bir İsrail göçü. Tüm bunların sonucu geniş çapta tahmin ediliyor ve muhtemelen tam olarak ne olduğunu veya maliyetinin ne olduğunu bilemeyeceğiz, çünkü bazı konular tarihçilere bırakılır. Ancak bu makalenin yazıldığı sırada Hamas'ın eylemlerinin azalmasından, sadece hâlâ var olduğunu kanıtlamak için yaptığı roket atışlarından ibaret kalmasından sonra Gazze cephesindeki savaş gittikçe sakinleşiyor. Lübnan cephesinde ise “çağrı cihazlarının” patlatılması ile başlayan dikkat çekici gelişmeler, Sayın Hasan Nasrallah'a yönelik suikastle sonuçlanan Hizbullah liderlerine yönelik çok sayıda suikast şeklinde gelişti. Daha sonra İsrail, güneyinden başkent Beyrut’a kadar Lübnan’a hava saldırıları düzenlemeye başladı. Saldırılar Lübnan’ın kuzeyindeki Trablus ve Zagarta'ya kadar uzandı. Filistin, Lübnan, hatta İran ve Husi cephelerinin de zor durumun farkında olduğu artık açık ve net. Nitekim İsrail’in proaktif saldırıları sebebiyle Hizbullah’a bir lider seçilemediğinden, Hizbullah'ın vekil lideri olan Naim Kasım, Lübnan hükümetinden ateşkes talebinde bulunmasını istedi. Bundan haftalar önce Hizbullah’ın ateşkes talep etmesi imkansızdı, ancak şimdiki tutumu, yalnızca savaşın başlangıcından beri herkesin konuştuğu “ertesi güne” değil, aynı zamanda Haziran 1967'de yaşanana benzer bir “yenilginin” yaşandığı ertesi günden sonraki güne ulaşmanın eşiğinde olduğumuzu gösteriyor. Bunun İran'dan gelen işaretleri, İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi'nin Beyrut'u ziyareti sırasında ortaya koyduğu, büyük çıkmazdan çıkmaya yönelik Tahran’ın çözüm arama çabası ve daha sonra “bölgesel sorunları görüşmek ve İsrail'in Gazze ve Lübnan'daki katliamlarını durdurmaya çalışmak” için Suudi Arabistan ve diğer ülkeleri ziyaret etmesi ile somutlaştı.
Tahran'da da durum kritik bir hal aldı. Bir hafta önce ABD medyası, İsrail'in İran saldırısına yanıt olarak düzenleyeceği misillemenin boyutunun ne olacağına odaklanmıştı. İran’ın İsrail’e düzenlediği saldırı da Tahran'ın merkezinde İsmail Heniyye'ye ve İran liderliğinin göbeğinde olan Hasan Nasrallah'a düzenlenen suikast saldırısına bir yanıttı. Burada soru şu; İsrail saldırısı sadece şiddetli ve sert mi olacak, yoksa İsrail'in 20 yılı aşkın süredir vurmaya hazırlandığı nükleer tesisleri ve bunların bağlantılarını da mı kapsayacak. ABD'nin çabaları, geçen nisan ayında olduğu gibi saldırının “sembolik” olmasını sağlamayı amaçlıyordu. Ancak Washington'da hiç kimse İsrail'in ne yapmak niyetinde olduğunu bilmiyor çünkü ABD başkanlık seçimleri yaklaşırken, ya potansiyel olarak İran devletine büyük bir hakaret anlamı taşıyacak saldırı düzenlemesi ya da çok geç olmadan nükleer tehdidi ortadan kaldırmaya çalışması muhtemel. İkinci seçenek yaygın bir şekilde konuşuluyor, çünkü işler çeşitli cephelerde karmaşıklaşmadan önce İran, birkaç hafta içinde nükleer silah üretecek şekilde uranyum zenginleştirme faaliyetlerini hızlandırma tehdidinde bulunuyordu!
Şimdi soru şu: Biz bölgenin güvenliğinin ve istikrarının sorumluluğunu üstlenebilecek olgun Arap ülkeleri olarak ne yapacağız? Suudi Arabistan’ın iki devletli çözümü uygulamak için uluslararası bir koalisyon kurma önerisi değerli bir girişim, ancak hedefe giden yol, hazırlık aşamasında bol miktarda hayal gücü, ayrıntılarda ise gerçekçilik gerektiriyor. Artık Arap Altılı Komitesi'nin şu soruların yanıtını bulmak üzere seferberlik ilan etmesinin zamanı geldi; İsrail meselesi gibi bir başka boyutu olan Filistin meselesinde ne yapacağız? Boğulmadan etkili ve sorumlu bir Filistin oluşumu ve büyük sorunların, devletin savaş ve barış kararına el koyan askeri milis gruplar aracılığıyla çözülmediğini öne süren bir Arap oluşumu kurmak için nefes alma olanağı sağlayan bir ateşkese nasıl ulaşabiliriz? Bunun gibi pek çok soru var ama bunları cevaplamanın koşulları Ortadoğu'nun barış, inşa ve çağdaş dünyaya katılım açısından nasıl görünmesini istediğimize dair bir vizyon gerektiriyor.
Savaşlar genellikle, lanetleri ne olursa olsun, savaş ve darbelerden sonra acıyı herkese dağıtıp, daha iyi bir gerçeklikle sonuçlanma fırsatı verir. İkinci Dünya Savaşı'ndan ve hatta nükleer silahların kullanılmasından sonra dünya, insanlığın daha önce hiç bilmediği yeni bir uluslararası örgütlenme dönemine girdi. Böylece Birleşmiş Milletler ve onun ekonomik ve kültürel örgütleri doğdu. Avrupalılar Avrupa Birliği'ni kurmayı başardılar. Asyalılar da Vietnam, Laos ve Pol Pot döneminde kurbanlarının 1 milyonu aştığı söylenen sivil katliamların yaşandığı Kamboçya'daki savaştan sonra aynı şeyi yaptılar. Artık “Asya” cennetinde ve Batı ile rekabet etmenin gururunu yaşıyorlar. Ekim 1973 savaşı barışın yolunu açmıştı, peki, Beşinci Gazze savaşı ne yapacak?