İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

ABD ve Ortadoğu açısından Ukrayna krizinden çıkarılacak dersler

Seçmenlerin çok yüksek bir yüzdesinin bu salı günkü resmi seçim gününden önce erken oylama sürecinde oylarını kullandığının bilindiği ABD başkanlık seçimlerini herhangi bir siyasi yorumcunun görmezden gelmesi saçma olurdu.

Ayrıca Gazze Şeridi'nde gördüklerimizden sonra, Lübnan'da yaşanan ve şimdiye kadar en büyük Şii şehirlerinin, beldelerinin ve banliyölerinin sakinlerinin çoğunu topraklarından koparan ve yerinden eden en küstah “aleni” yerinden etme süreci karşısında insanın sessiz kalması da garip gelebilir.

Ancak, yorumlamak için Amerikan seçimleri ile Lübnan trajedisi arasında seçim yapmaya çalışırken, dün Amerikalı akademisyen, uzman ve siyasi danışman Jeffrey Sachs'ın Ukrayna krizini ve arka planını ele aldığı bir röportajına rastladım.

Bu noktada birileri şöyle diyebilir; bu iki konunun önemi göz önüne alındığında, başka bir konuyu ele almak kaçış sayılmaz mı? Gerçek şu ki, ne ABD'deki “Donald Trump-Kamala Harris savaşı” ne de bırakın Gazze'yi, Lübnan'da olup bitenler ve olmaya devam edenler konusunda fikrimi ifade etmekten hiçbir zaman kaçınmadım ve gelecekte de kaçınmayacağım.

Ancak birçok sahnenin tanığı ve katılımcısı olan Sachs'ın sözlerinde önemli olan, Ukrayna savaşının koşullarını dikkatli bir şekilde analiz ederek şunları ortaya koymasıydı; birincisi, Amerikan yönetimlerinin (Cumhuriyetçi ve Demokrat) dünya krizleriyle başa çıkma şekli. İkincisi, çoğu Avrupa ülkesinin stratejik önceliklerini yeniden şekillendiren, birçok ittifakı ve dünyada neler olabileceğine dair ileriye dönük okumaları etkileyen krizin başlangıcının gerçek tarihi.

Sachs röportajında, krizin “her gün duyduğumuz gibi (Vladimir) Putin'in Ukrayna'ya yönelik bir saldırısı olmadığını” söylüyor. Aksine, gerçekte krizin, Şubat 1990'da, dönemin ABD Dışişleri Bakanı James Baker'ın Moskova'nın Almanya'nın yeniden birleşmesini kabul etmesi halinde NATO'nun genişlemeyeceğinin sözünü vermesi ve Sovyet lideri Mikhail Gorbaçov'un da bunu kabul etmesiyle patlak verdiğini belirtiyor. Zira Washington, Başkan Bill Clinton'ın 1994 yılında ittifakın Ukrayna'yı da kapsayacak şekilde genişletilmesine ilişkin belgeye imzayı atmasıyla bu sözünden geri döndü. Gerçekten de Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti 1999'da ittifaka dahil edildiler, ama Moskova bunu görmezden geldi. Ancak o yıl ABD ve NATO’nun Sırbistan'ı bombalaması ile birlikte endişelenmeye başladı.

Buna rağmen Moskova yine sessiz kaldı ve Putin'in Rusya'da iktidara gelmesiyle konuyu “yuttu”. Hatta -başlangıçta Avrupalı ​​eğilimleri olan- Putin bir süreliğine NATO'ya katılmayı bile düşündü.

Ardından 11 Eylül 2001 olayları yaşandı ve onu Afganistan Savaşı takip etti. Moskova “terörle mücadelede” Washington'u desteklese de Washington, Doğu Avrupa'ya füze sistemleri konuşlandırarak 2002'de Anti-Balistik Füze Anlaşması'ndan (ABM) tek taraflı olarak çekildi. Rusya bunu kendisine ve Moskova'dan sadece birkaç dakika uzaklıktaki füze sistemine yönelik doğrudan bir tehdit olarak gördü.

Daha sonra Sachs'a göre ABD 2003'te Irak'ı "tamamen sahte nedenlerle” işgal etti. 2004-2005 yıllarında Ukrayna rejimini değiştirdi ve iktidarın Viktor Yuşçenko'ya devredilmesini destekledi. Ancak 2009'da (Moskova'nın desteklediği) Viktor Yanukoviç kazandı ve 2010'da “Ukrayna'nın tarafsızlığı” sloganıyla iktidara geldi. Röportaja göre, özellikle kamuoyu yoklamalarına göre Ukraynalıların NATO'ya katılmayı desteklememesi nedeniyle işler geçici olarak sakinleşti.

Ancak Washington, Yanukoviç'i devirmeye ve rejimi değiştirmeye yönelik çalışmalarına geri döndü ve 22 Şubat 2014'te buna fiilen katıldı. Böylece Putin'in çağrılarına ve Washington'a vaatlerini hatırlatmasına rağmen NATO’nun genişlemesini dayattı. Bu arada, 10 yıl önce, 2004'te Washington, ittifaka 7 Doğu Avrupa ülkesini daha dahil etti.

Sachs, Washington'un her zaman NATO'nun Rusya sınırlarına kadar genişletilmesinde ısrar ettiğini ve konuyla ilgili “her türlü uzlaşıyı reddettiğini” yineliyor. Ardından kendi deyimiyle “Washington'un ortaklarının kendisine olan güvenlerini yok eden” aşağıdaki olayları sıralıyor.

2017'de İran ile nükleer anlaşmadan, 2019'da da “Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması”ndan çekildi. Putin’in Aralık 2021'de Washington ile NATO'nun genişlemesini durdurmaya dayalı bir güvenlik anlaşması taslağı önermesine rağmen “ güvenilmez ve pervasız dış politika devam etti”. Burada Sachs, Beyaz Saray ile bizzat temasa geçerek kendisine savaştan kaçınması ve müzakerelere başlaması için yalvardığını söylüyor. Muhatabının cevabı “Hayır, savaş olmayacak” olmuş ve NATO'nun genişlemeyeceğini tekrarlamış ama Sach “tam olarak böyle oldu” diyor.

Sach bunu söyledikten sonra şu yorumu yapıyor: “İstediğiniz yere askeri üs kurup ardından barış bekleme hakkınız yok. Akıl ve mantık var ve biz (yani Amerikalılar) 1823'te Avrupalı ​​güçlerin Amerika kıtasına yayılmasına (Monroe Doktrini) aracılığıyla karşı çıktık.”

Sach sözlerini şöyle bitiriyor: “Ukrayna kriziyle ilgili anlatı yanlış, Putin başka bir Hitler değil. Çin ve Tayvan konusunda da yaptıklarımızı durdurmalıyız.”

Son olarak, Amerikan seçimlerine ve Lübnan ile Gazze trajedisine dönecek olursak, Jeffrey Sachs'ın anlattıklarının, her şeyi sabote etmeye, yıkmaya, herkesi şeytanlaştırmaya, her davayı ortadan kaldırmaya, her ülkeyi yok etmeye ve her türlü illüzyonu icat etmeye hazır bazı yüksek çıkar gruplarının varlığının farkına varılması açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum.

ABD seçimleri ile Lübnan ve Gazze trajedisi bugün, şu ikisi arasında gidip gelen bir dünyada yaşanıyor. Bunların ilki, açıkça çifte standart uygulayan, uluslararası kurumları küçümseyen, halkların haklarını, kimlik ve milliyet çeşitliliğini görmezden gelen tek kutupluluktur.

İkincisi, kanını tazeleyemeyen, yaşlanan, buna rağmen toplumlarına yeni kan pompalanmasını hoş karşılamayan Batı'ya teslim olmaya ve yenilmeye artık mahkum olmadıklarını düşünen yükselen ve hoşnutsuz güçlerdir.