Arenalar birliği savaşı Lübnan topraklarında biter bitmez Hizbullah, hem de çok kritik bir dönemde, bu adımın yerel, bölgesel ve uluslararası tüm yansımalarıyla birlikte, savaşı Suriye sınırına taşımaya karar verdi.
Hizbullah şüphesiz bu adımın ister Lübnan'da ister Suriye'de olsun siyasi sonuçlarının farkında.
Lübnan'da Hizbullah’ın çocuklarından bazıları, Hizbullah'ın İsrail’e karşı yürüttüğü son destek savaşında uğradığı “zaferli” yenilgisinin “faydalı zarar” türden olabileceğine kendilerini inandırmışlardı. Yani bunun Hizbullah’ın Lübnan’daki otorite kurumuna, hatta anavatan düzeyinde uzun süredir bölgesel siyasi proje uğruna feda ettiği “Lübnanlılığa” dönüşü için bir giriş noktası teşkil edebileceğini düşünüyorlardı.
Şu anda ölüm kalım sayılabilecek bir dönemden geçen Suriye'ye gelince, oradaki sıcak durumun ihtiyaç duyduğu son şey, Bakan Abbas Arakçi ve arkasındakilerin isteklerini karşılamak için yangını daha da körüklemektir.
Bilindiği gibi Hizbullah, esas olarak güney ve doğu Lübnan ile başkentin güney banliyölerinde kendisini destekleyen çevreyi hedef alan İsrail'in öldürme, yıkım ve yerinden etme dizisini sona erdirmek için, başta kendi çevresinden olmak üzere arabulucuların aracılığına bağlı kalacağını açıklamıştı. Dolayısıyla birçoğu kendisine karşı çıkan ve ona karşı ayaklanan Suriyeliler üzerinde hakimiyet kurmak için bugün silahlarıyla ve militanlarıyla bir kez daha Suriye topraklarına dönmesi iki şeyi kanıtlıyor.
Birincisi, Lübnan'da barışın, güvenliğin ve 2008'den bu yana tamamen el koyduğu devlet kurma çabalarının geri dönüşüne değer vermediğidir.
İkincisi, Kuseyr bölgesinden başlayarak yenilenen doğrudan askeri müdahalesinin, Şam'daki hükümetin temsili meşruiyetini hiçbir şekilde güçlendirmediği gibi, uzak yakın herkese “2011 ayaklanmasından” bu yana yönetimin fiili dış destek ve işgal sayesinde ayakta kaldığını kanıtladığıdır.
Bu arada, bildiğimiz gibi, bölgedeki pek çok meselede ana itici güç olmaya devam eden ABD, bir dizi bölgesel dosyaya yaklaşımda bir dizi önemli değişikliği de beraberinde getirecek yeni bir yönetimin göreve gelmesi için geri sayıma başladı. Elbette gözden geçirmeye konu olacak Amerikan yaklaşımlarının merkezinde İran'ın rolü ve İsrail'in rolü yer alıyor. Donald Trump yönetimindeki Washington'un Tahran'ın emelleri ile Tel Aviv'in öncelikleri arasında oynayacağı denge oyunundan hem Suriye rejiminin hem de Hizbullah'ın oldukça etkilendiği açık.
Bu nedenle, bilhassa İsrail'in özelde Hizbullah'a, genel olarak da Lübnan'a karşı aylarca süren savaşından sonra, Suriye sahnesinde art arda yaşanan son gelişmeler birçok Arap gözlemciyi şaşırtsa da, büyük olasılıkla Washington'daki “siyasi mutfağı” şaşırtmadı.
Hizbullah'ın ABD'nin (ve İsrail'in) kendisine empoze ettiği yeni boyutunun gölgesinde ne durumda olabileceğine, buna ek olarak Tahran'ın bir bütün olarak Ortadoğu düzeyinde kabul edilebilir ağırlığının ne olabileceğine dair hazırlık aşamasında olduğu söylenen ayrıntılar var.
Bu durumda, Halep'in ve ardından Hama'nın kapılarını Suriye muhalefetine açan hızlı askeri çöküş, Rus askeri varlığına rağmen, ordunun savaş doktrininin -savaşma gerekçelerinden bahsetmeye bile gerek yok- artık var olmadığını kesin olarak doğruladı. Ordunun daha sonra Dera, Süveyde, Kuneytra ve Deyrizor'da durumu kontrol altına alamaması da bunu kanıtladı.
Siyasi düzeye gelince, düşman kamp ile bağlantısı olmayan taraflardan, açıkça yönetimi siyasi çözüme katılma fırsatını ardı ardına kaçırmakla suçlayan sözler duyulması dikkat çekiciydi.
Eski ABD Başkanı Barack Obama'nın çizdiği “kırmızı çizgilerin” unutulmasından ve Washington’un daha sonra Suriye'de inisiyatifi Ruslara ve İranlılara bırakmasından beri, rejimin kendisini muzaffer gördüğü, bu nedenle de herhangi bir siyasi anlayış veya uzlaşmayı reddettiği apaçık ortadaydı.
Dahası Türk ordusunun Ruslar karşısında “geri çekilmesi” ve Astana Süreci’nde netleşen Türkiye'nin İranlılara verdiği siyasi “tavizler” ile birlikte Şam'ın bu konudaki katılığı daha da arttı. Pek çok kişi Türkiye’nin bu tavrını Suriye muhalefeti için bir hayal kırıklığı olarak değerlendirdi.
Ama şimdi olaylar bunu aşmış görünüyor. Suriye sahnesinde gerçekler belirdi, korkular ortaya çıktı ve endişeler uyandı.
Suriye'nin “fiili bölünmesi” artık göz ardı edilemeyecek veya kontrolden çıkması halinde risklerinin hafife alınamayacağı patlamaya hazır bir durum oluşturuyor. Siyasi ve uluslararası çabaların odak noktası ve Suriyelilerin en büyük arzusu olan “siyasi geçiş”in göz ardı edilmeye devam edilmesi, etkileri ve yansımaları kontrol altına alınamayacak bir felaketin habercisi olan bir hata.
Binaenaleyh dün Doha'da Rusya, İran ve Türkiye temsilcileri arasında Suriye konusunda yapılan toplantı, Suriye'deki durumun son birkaç günde ne kadar ciddiyet kazandığını gösterdi. İki önemli oyuncunun, yani ABD ve İsrail’in toplantıya katılmadıkları gerçeğini de unutmayalım.
Elbette burada, ilkinin Suriye topraklarında ve ayrıca Suriye'nin “komşuları” Irak ve Lübnan'da askeri varlığının bulunduğunu, ikincisininse, Suriye ile son birkaç saatte Suriye ordusu unsurlarının boşalttığı “açık sınırları” olduğunu hatırlatmaya gerek yok.
Bütün bunların gölgesinde en büyük korku, yeni dış müdahale maceralarından kaynaklanacak kaostur.
Gerçek ve nihai çözüm, Suriyelilerin hak ettiği, kadim, muhteşem Suriye'nin hak ettiği, hızlı ve ciddi bir “siyasi geçiş”tir. Çünkü Suriye Maşrık’ın sevgi tarlası, şehirlerinin beşiği, meyve bahçesi, yasemin bahçesi, özgürlerinin doğum yeri, düşünce kütüphanesi, insan uygarlıklarının koridoru ve kesişim noktasıdır.