İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Yeni Lübnan cumhurbaşkanı seçiminin anlamlarını okumak

Lübnan'ın geçtiğimiz hafta yaşadıkları her bakımdan dönüm noktası niteliğinde bir olaydı. Lübnan meseleleriyle ilgilenenlerin hemfikir olduğu üzere, bu sadece bir cumhurbaşkanı seçmekten çok daha fazlası; hatta sistemsel bir krize işaret eden iktidarın başındaki boşluğu doldurmaktan da fazlası.

Ordu Komutanı General Joseph Avn'ın meclisteki ikinci tur oylamada oy çokluğuyla seçilmesi, son aylarda Maşrık (Levant) bölgesinde yaşanan değişimler olmasaydı zorla norm haline getirilebilecek anormal bir durumu sona erdirdi.

Dünyadaki her halkın, kaderini ve ülkesinin kaynaklarını kontrol eden “fiili güçlerden” kurtulma özlemi içinde olması doğaldır; bu “güçler” yabancı ülkeler, polis rejimleri veya hizipçi milis gruplar olsun fark etmez.

Gerçek şu ki bu güçlerin üç türü de hem Lübnan hem de Suriye’yi onlarca yıldır kuşatmış durumda. Arap olmayan büyük bir bölgesel devlet, kendisini takip eden, kendi hizmetinde ve emri altında çalışan hizipçi milis gruplar için bir “kuluçka makinesi” ve “derinlik” sağlamak amacıyla Arap bir polis siyasi rejimini benimsedi. Bu durumun, kısa bir süre için, yarattığı çıkar “birleşiminde” kendisine doğrudan bir tehdit görmeyen bir diğer bölgesel güç olan İsrail için de uygun göründüğü biliniyor. Dahası bu “formül” onun stratejik çıkarlarının daha geniş resmine hizmet ediyordu.

Zira Irak, Suriye ve Lübnan’da, hatta Filistin’de etnik, dini ve mezhepsel gerginliklerin körüklenmesi ve bunun sonucunda toplumsal dokunun parçalanması, “Kudüs’ü özgürleştirme”, “direniş”, “savunma”, “sebat” ve “karşı durma” gibi sloganların yankısına rağmen, bölgedeki İsrail durumuna yapılmış en büyük hizmetti.

Ayrıca, uluslararası toplumdaki “büyük” oyuncuların, bölgedeki bu durumun, üç etkili Arap olmayan bölgesel oyuncu deklare edilmemiş “kurallara” ve “sınırlara” tabi oldukları ve doğrudan veya dolaylı olarak aşmadıkları sürece kabul edilebilir kalacağına inandıkları da anlaşılıyordu. Burada ABD'nin başını çektiği “büyük” oyuncuların, İsrail, İran ve Türkiye'nin çıkarlarını ve hırslarını anladıklarını ve kontrollü, kontrol edilebilir bir nüfuz mücadelesini kabul ettiklerini kastediyoruz.

Ancak son yıllarda her üç ülkede de yaşanan değişimin ardından bu kurallar sarsılmaya başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, yargılanmaktan kurtulmak için hükümetini aşırı sağcı yerleşimcilerin desteği temelinde kurmayı tercih etti. Buna karşılık İran hayalleri, Devrim Muhafızları'nın liderliğinde ve Joe Biden yönetiminin gözü önünde büyüdü. Türkiye'de Recep Tayyip Erdoğan, Kürt ayrılıkçıları tehdidi karşısında İslamcı-milliyetçi “ittifakını” güçlendirdi.

Arap dünyasında ise Beşşar Esed'in yanlış anladığı ve yanlış bir şekilde ele aldığı Arap Baharı ile kontroller sarsıldı. Sonra, onlar olmasaydı son haftalara kadar ayakta kalamayacağı Rusya ile İran arasındaki önceliklerin giderek farklılaşmasıyla birlikte, yönetimdeki hataları üst üste geldi.

Sonra Hamas, 2023 sonbaharında, beklenmedik bir şekilde Aksa Tufanı operasyonunu düzenleyerek durgun suya ilk taşı attı. Tüm bölgeyi havaya uçurmak için bahane arayan faşist ve yayılmacı bir İsrailli ekibin varlığı söz konusuyken, bu operasyonun düzenlenmesi, çoğu gözlemci ve analistin gerekçelerini analiz etme girişimlerini başarısızlığa uğrattı.

Daha sonra, Tahran'ın -kesin bir kanıt yokken- kışkırtıcı demeyelim de kolaylaştırıcı rolünü doğrular şekilde Lübnan Hizbullahı da çatışmaya katıldı. Lübnan'daki onlarca Şii kasaba ve köyün yanı sıra Beyrut'un güney banliyölerini de yok eden intihar gibi bir “destek savaşı” başlattı. Dahası İsrail saldırganlığı, Hizbullah’ın Genel Sekreteri Hasan Nasrallah başta olmak üzere seçkin siyasi ve askeri liderlerini de ortadan kaldırdı.

Elbette İran'ın bölgedeki en güçlü koluna indirilen ezici darbe, İran'ın Suriye'deki askeri varlığını da sarstı. Ukrayna savaşı hesaplarıyla da ilgilenen Moskova ile ABD başkanlık seçimlerinde Demokratların, İsrailli aşırı sağcıları destekleyen Cumhuriyetçi adaya karşı yenilmesiyle kaygıya kapılan Tahran arasında yönelim farklılıkları ortaya çıktı.

İşte bu atmosferde Suriye'nin kuzeydoğu cephesi İdlib'den harekete geçildi ve 1970 sonbaharından bu yana Suriye'de, 1976'dan bu yana da Lübnan'da egemen olan Esed rejimi, üç günden kısa bir sürede adeta hiç direniş göstermeden devrildi!

Tahran'ın nüfuzunun bu ikili çöküşü ve Şam rejiminin devrilmesi, Lübnan'ın kendine olan güvenini yeniden kazanmasını ve tüm Lübnanlıların ülkelerini ve geleceklerini kurtarmak için güçlerini birleştirme zamanının geldiğine inanmasını sağladı. Bu olumlu atmosfer, iktidarın başındaki boşluğu doldurmak, bir cumhurbaşkanı seçmekle başlayarak Lübnan devletinin, kurumlarının, ekonomisinin, güvenliğinin ve rolünün yeniden inşası için Arap ve uluslararası alanda ciddi bir destek buldu

Bu cumhurbaşkanının ülke ve ülke dışında güven duyulan, birleştirici ve kurumsal bir figür olması gerekiyordu ve bu yüzden tercih zor olmadı. Zira Joseph Avn liderliğindeki ordu, çatırdama ve çökme tehlikesinden kurtulan tek ulusal kurumdu.

Dahası Avn’ın kendisi Arap ve uluslararası derinliklerin saygısını kazanmış bir isim ve bölgenin denklem ve haritaları yeniden çizilirken, bu iki derinliğin desteği - Lübnanlıların birliğiyle birlikte - Lübnan'ın önümüzdeki günlerde ihtiyaç duyacağı en önemli şeydir. Bu aşamada seçilen cumhurbaşkanının ülke ve ülke dışında güven duyulan, birleştirici ve kurumsal bir figür olması gerekiyordu.