Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Teknokratik büyüklük kompleksi ve siyasete duyulan ihtiyaç

Teknokratik büyüklük kompleksi siyaseti, çatışmaların ve kişisel çıkarların girdabında sıkışmış, ilkel, duygusal ve mantıksız bir eylem olarak tasvir eder. Teknik uzmanlığa, veri odaklı çözümlere ve matematiksel modellere dayalı bir yönetim sisteminin rahipleri olan teknokratlar, salt rasyonel çözümlerin siyasetin “kaosunu” aşabileceği, çatışmalarını yatıştırabileceği ve toplumları etkili ve gürültüsüz bir şekilde ilerlemeye yönlendirebileceği fikrinin propagandasını yaparlar.

Sanayi Devrimi'nden İkinci Dünya Savaşı sonrası bilimsel patlamaya kadar, teknokratların siyaset üzerindeki bu üstünlüğü kökleşti. Teknokratlar, rasyonel çözümlerle modern yönetişimin şekillendirilmesinde kilit oyuncular olarak öne çıkarken, siyasal alan ilerlemenin önünde bir engel olarak gösterildi.

Bu büyüklük kompleksinin düşünsel temelleri, Aydınlanma Çağı rasyonalizmine ve teolojik bilimlere karşı deneysel bilimi daha yüksek bir hakikat kaynağı olarak yücelten, siyaseti, duyguların ve kişisel çatışmaların alanı sayarak marjinalleştiren pozitivist felsefelere dayanır. Sistem teorilerinin yükselişi, ekonomi biliminin matematiksel bir bilime dönüşmesi ve modern yönetim anlayışının ortaya çıkmasıyla birlikte toplumların, göstergeler ve sayılarla ölçülebilir ve analiz edilebilir mekanik sistemler olarak yönetilebileceği düşüncesi yerleşti. Kurumsal düzeyde, küreselleşme, bürokrasilerin ve sınır ötesi örgütlerin genişlemesi, teknokrat elitleri güçlendirdi, siyasi sesleri ve yerel bağlamları zayıflattı.

Sovyetler Birliği'nin benimsediği katı beş yıllık planların başarısızlığından, İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden çıkışını (Brexit) engelleyemeyen ekonomi uzmanlarının öngörü ve açıklamalarına kadar, tarih, ister gelecek planlamasında, ister mevcut gerçekliğin analizinde olsun, teknokrat mantığa tek başına güvenmenin sınırlılıklarını gösteren örneklerle doludur.

İkinci örnekte, AB üyesi kalmayı savunanların çoğu uzmanların ekonomik tahminlerine güvendi.  Emek piyasası, insanların ve malların serbest dolaşımına ilişkin rasyonel argümanların kamuoyunu kalmaya ikna edeceğine inandı. Ancak, milliyetçi duygular dalgası, siyasi ve toplumsal kararların kalbini oluşturan kültürel ve insani faktörlerin karışımının yanı sıra, seçkinlere olan güvensizlik, tüm rakam ve hesaplamalardan daha güçlüydü.

Dolayısıyla, Brexit deneyimi ışığında, toplumsal zorlukların salt teknik meseleler olarak çerçevelenmesinin, yönetimin politik doğasının daha da marjinalleşmesinin, çatışan çıkarların, değerlerin ve kimliklerin uzlaştırılmasının öneminin küçümsenmesinin, duyguları, ideolojileri ve çatışmaları yatıştırmak yerine daha da alevlendirdiği aşikardır. Bugün dünyada siyasal sağın yükselişi, temel yönlerinden biri olarak, teknokrasinin geleneksel siyasete egemen olduğu tarihsel bir sürece tepkiden başka bir şey değil. Seçkinler, veri ve teknik uzmanlığa dayalı “rasyonel” çözümler olarak gördükleri şeyler lehine kültürel ve yerel kimlikleri dışladılar. Küreselleşmeyle ve Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların öne çıkışıyla bağlantılı olan bu süreç, bu politikaları kendi ihtiyaçlarına ve kimliklerine saygısızlık olarak gören birçok insanda yabancılaşma duygusu yarattı, onları sağ popülist ve milliyetçi söylemin tuzağına düşürdü. Bu tepki, yönetimin teknik yeterliliği ile önerilen politikaların halk nezdindeki meşruiyeti arasındaki ciddi dengesizliğin varlığında, ulusal egemenliği savunma kisvesi altında kültürel ve dinsel kimlikleri yeniden canlandırdı.

Teknokrat zihindeki temel bilişsel başarısızlık, olası herhangi bir veri eksikliği veya sınırlı uzmanlıkla sınırlı değildir. Aksine, insan davranışının karmaşık doğasını ve toplumların yapısını kavrama konusundaki içsel yetersizlikten kaynaklanmaktadır. İnsan davranışı, inançlar, değerler ve kültürel etkenlerin birbirine bağlı sistemi tarafından şekillendirilir, bu da onu büyük bir doğrulukla ölçmeyi veya tahmin etmeyi ya da sonuçlarından tam bir kesinlikle kaçınmayı neredeyse imkânsız kılar. O zaman teknokrat, sayılara indirgenemeyen ve katı mantığa uymayan olgularla karşı karşıya kalır.

Dolayısıyla ülkemizde siyasete saygının yeniden tesis edilmesi bir lüks değil, Ortadoğu'daki karmaşık siyasi, güvenlik ve ekonomik koşulların ve iç içe geçen nüfuz merkezlerinin dayattığı bir zorunluluktur.

Aslında siyaset, başarıyı ve başarısızlığı ölçmek için sayısal denklemlere veya performans göstergelerine indirgenemez çok sayıda çıkarı, çatışan kaygıyı, tarihsel gerginlikleri, kültürel farklılıkları ve stratejik değerlendirmeleri bir araya getiren daha geniş bir ufuktur.

Suriye, Lübnan, Irak, Sudan, Yemen ve diğer yerlerde ulusal diyalog mekanizmalarına ve ekonomi, sivil toplum ve kültürel elit kesimlerinin katılımına duyulan acil ihtiyaç öne çıkıyor. Dar sektörel çerçevelerin ötesine geçen ortak vizyonların formüle edilebilmesi, bu ülkelerdeki çeşitli aktörler arasında sürekli bir müzakere sürecinin aktifleştirilebilmesi ve daha esnek, meşru anlaşmaların temelini atmaya doğru ilerlenebilmesi amacıyla siyasetin rolünün güçlendirilmesine ihtiyaç var.

Bölgesel ve uluslararası değişkenlerin içselleştirilmesine olanak tanıyan, ülkelerimizin sadece “krizleri yönetmek veya krizlerden yararlanmaktan”, “dönüşümlere öncülük etmek” ve sürdürülebilir bir yarın yaratmak noktasına gelmesinin önünü açacak bir siyaset kültürü oluşturulmadan, siyasete sarılmadan istikrar sağlanamaz.