Dün gün yüzü gören Lübnan hükümetinin kuruluşunu takip eden tüm gözlemciler, özellikle İsrail'in Hizbullah'a karşı son dönemde başlattığı savaş ve Suriye'de kendisi için bir kuluçka merkezi, derinlik ve İran ile arasında bir köprü işlevi gören Esed rejiminin devrilmesinin akabinde, siyasi Şiiliğin Lübnan kolunun akıbetinin ne olacağını merakla bekliyordu. Sonuç, sınırlı bir şekilde de olsa onu memnun etmek oldu.
Lübnanlılar iki gün önce Amerikan diplomasisinden yeni sözler duydular ve bunlar daha önce alıştıkları sözcüklerden çok farklıydılar. ABD'nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Yardımcısı Morgan Ortagus'un dün Beyrut'ta kullandığı sert ifadeler, (Demokrat) “selefi” Amos Hochstein'ın bilhassa Emel Hareketi Lideri ve Şii İkilisi’nin Amerikalılar tarafından kabul görmüş yüzü olan Meclis Başkanı Nebih Berri ile görüşmeleri sırasındaki gülümsemelerinden ve dikkat çekici inceliğinden oldukça farklı olabilir.
Ancak prensipte, Binyamin Netanyahu hükümetinin ve müttefiklerinin yaptığı ve yapmaya devam ettiği her şeyin dün, bugün ve kesinlikle yarın Amerikalılar tarafından mutlak bir şekilde benimsenmesi konusunda aralarında kesinlikle hiçbir fark yok.
Bu gerçek, saf Arap ve Müslüman seçmenler tarafından çok geç de olsa keşfedildi. Demokrat yönetimin, Aksa Tufanı’ndan sonra Gazze Şeridi'ndeki katliamlara ve zorla göç ettirmeye verdiği desteğe duydukları öfke, onları Cumhuriyetçi aday Donald Trump'a oy vermeye yöneltmişti. Daha da kötüsü, bu insanlar kendilerini -nedenini bilmiyorum- Trump'ın gerçekten barışa inandığına ve bunu destekleyeceğine inandırmışlardı!
Gerçek şu ki, Ortagus ile Hochstein arasında temelde hiçbir fark yok, tıpkı Trump ile Biden arasında, birincisi İsrail'in çıkarları, ikincisi de ABD'nin Ortadoğu'daki çıkarları konusunda temelde hiçbir fark olmadığı gibi. Dolayısıyla tek fark üslup ve sözel yaklaşımlardadır.
Burada kastedilen, Hochstein Berri ile görüşmeleri sırasında Hizbullah'ın son savaşta acı bir yenilgiye uğradığının, en önemli siyasi liderlerini kaybettiğinin, muharebe kabiliyetinin büyük bir bölümünü kaybettiğinin ve yıkıcı halk kalelerinin yok edildiğinin farkındaydı, ancak, Hizbullah’ın Lübnan halkının geniş bir kesiminin sempatisini kazanmasını sağlamadan, İsrail'in başarılarının "meyvelerini" toplamaya çalışıyordu. Nitekim bu kesim, Hizbullah ve Emel Hareketi tarafından temsil edilen siyasi Şiiliğin hakimiyetini reddediyordu ve hâlâ da reddediyor. Öte yandan, Likudlu muhafazakarların coşkusu ve radikal yerleşimcilerin zafer karşısındaki sevinç çığlıkları da Hochstein’ın hoşuna gitmiyordu.
Hochstein'ın “yumuşak” diplomasisi, Washington'da son Demokrat yönetimler tarafından yaygın olarak kullanılıyor. Ancak bu diplomasi, 1982'de Lübnan'ı işgal etme konusunda hevesli olan Ronald Reagan ve Evanjelik “Ahlaki Çoğunluk” grubu döneminden bu yana Cumhuriyetçi Parti'nin “şahinleri” için aşırı zayıflığı yansıtıyor. Bunlardan sonra, Barack Obama'nın Irak'ı İran'a hediye etmesinden önce Irak'ın işgalini planlayan ve uygulayan George W. Bush ve neo-muhafazakar hareket dönemi geldi. Bugünse Donald Trump'ın iki dönemlik başkanlığına ve MAGA hareketine tanık oluyoruz.
Hatırlayacağınız üzere Trump ve MAGA Cumhuriyetçileri Obama'nın ve daha sonra onun halefi, gölgesi ve siyasi uzantısı olan Biden'ın birçok “yatıştırıcı” politikasına karşı çıktılar. Trump, “iki devletli çözüm”ü benimsemek yerine ABD büyükelçiliğini Kudüs'e taşıdı. Bölgesel barışı sağlamaya yönelik girişimlerde bulunmak yerine, Suriye'ye ait Golan Tepeleri'ni İsrail toprağı olarak tanıyarak, barışın temellerini sarsmaya çalıştı.
İran meselesinde bile Trump yönetiminin Kasım Süleymani'yi tasfiye etmesi, Tahran'ın Arap Maşrık (Levant) bölgesindeki şantajını sona erdirmeye yönelik bilinçli ve tutarlı bir siyasi strateji çerçevesinin dışında kaldı. Zira bu, İran yönetimini Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'deki kolları aracılığıyla faaliyetlerini daha da tırmandırmaya ve genişletmeye teşvik etti.
Mantık, Aksa Tufanı operasyonunun iki faktör olmasaydı gerçekleşmeyeceğini söylüyor:
- Birincisi Tahran’ın, Süleymani suikastına misilleme olarak İslami Cihat'ın yanı sıra Hamas'ın en radikal kanadına desteğini artırması.
- İkincisi, birçok Arap rejimi normalleşme yolunda yürümesine rağmen, Demokratların, Binyamin Netanyahu'nun kibri ve tüm barış fırsatlarını heba etmesi karşısındaki “gevşeklikleri” ve “korkaklıkları.”
Bugün ikinci dönemindeki Trump yönetimi, bilhassa Gazze Şeridi'ndeki halkı yerinden edip, burayı yatırıma açık bir araziye dönüştürme isteğini yineleyerek, küresel güvenlik ve barıştan sorumlu, ulusların ve halkların, onun dengesine ve siyasi tüzüklere, normlara ve uluslararası hukuka saygısına güvenmesi gerektiği büyük bir hükümetin yapabileceği en büyük hatayı yapıyor.
Bu emsal sadece Filistinlilerin haklarına bir saldırı olmakla kalmıyor, aynı zamanda ve özellikle Washington'un şu anda Kanada, Meksika, Danimarka, Kolombiya ve diğerlerine karşı yürüttüğü şantaj ve ekonomik baskı “savaşları”na bağlandığında, medeni davranışın ve uluslararası meşruiyetin tüm ilkelerini zedeleyen bir saldırıyı da teşkil ediyor.
Bu “kâbus” gibi tablonun ortasında, insanlığın istenmeyen sonuçlara sürüklenmesini engelleyecek rasyonel bir otoritenin var olduğuna dünyanın güvenebilmesi imkânsızdır.
Küçük Lübnan çerçevesine geri dönersek, “İsrail ilacı” en az “İsrail hastalığı” kadar ölümcül olduğundan, eğer ortalama bir Lübnanlı, gayrimeşru mezhepçi bir silahın üzerindeki kontrolünden kurtulmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirmekten utanıyorsa, dünyadaki her aklı başında insan kendine şu soruyu sormalıdır; zayıfı koruyan, güçlüyü caydıran herhangi bir siyasi ve ahlaki “meşruiyet” kaldı mı?
Hizbullah liderleri, İsrail ile savaşı kaybettiklerini biliyorlar; ancak çevrelerinin, gençlerini, geçim kaynaklarını ve geleceklerini riske attıkları için kendilerinden hesap sormalarından korktuklarından ısrarla inkar etmeyi sürdürüyorlar.
Diğer Lübnanlılar da bu gerçeği biliyorlar ama düşmanlarının bir bütün olarak ülkelerine yaşattığı bir felaketten çıkar sağlamaya çalışıyormuş gibi görünmek istemiyorlar.
Özel Temsilci Ortagus'un memnuniyetini dile getirdiği Washington ise “kendine özgü nedenlerden dolayı” Lübnan ve Suriye'de siyasi Şiiliğin uğradığı yenilginin meyvelerini toplamakta çok ileri gitmek istemiyor.
Bilhassa Arap dünyasının İsrail ile normalleşmesinin, İran öcüsünün tehditleri ve şantajları olmasaydı gerçekleşmeyeceği göz önüne alındığında, Trump yönetiminin - ve müttefiki Netanyahu'nun - elbette bölge genelinde “siyasi Sünniliğe” karşı daha az düşmanca olmayan başka bölgesel hesaplarının da olduğu anlaşılıyor.