Hazım Sağıye
TT

Bir kez daha: Politik siyasetten toplumsal siyasete

Son birkaç haftada dikkat çekici bir olgu gözlemlendi; o da Suriyelilerle Lübnanlıların büyük çoğunluğunda, aşırı sevinç ile aşırı temkinin bir arada görülmesidir. Sevinç kaybolmasa da kimilerinde kuşkunun eşlik ettiği ihtiyat, kimilerinde eleştiri, üçüncü bir grupta ise umutsuzluk kokan eleştiriler baş gösterdi. Bu duyguların arka planında iki toplumdaki iç ilişkilere, iktidara gelen yeni ekiplerin bu parçalanmış ilişkileri onarma veya patlama enerjilerini emme güçlerine dair meşru sorular kendini gösterdi. Dünyanın bu köşesinde, sanki kaygıların eşlik ettiği sevinçler, şeylerin rasyonelleşmesini saran, geçici olanı kalıcı, tetikte beklemeyi ise milli spor haline getiren bir endişe ve huzursuzluk içinde yaşamaya mahkumuz gibi.

Esed ailesi Suriye'yi siyasetten uzak tutmayı kesin bir şekilde başardıysa, Lübnanlılar da 14 Mart 2005 ve 17 Ekim 2019 tarihlerinde beklentilerle umutların kendilerinin ve sahiplerinin aleyhine dönüşünün birbirine karıştığı iki pratik yaşadılar.

Ama aramızda ihtiyata daha yatkın olanlar ve dış görünüşe daha az güvenenler, çevrenin tanık olduğu geçmiş olaylardan korkuyorlar ve bunlarda ihtiyatlı olmalarını destekleyen noktalar buluyorlar. Örneğin Irak'ta, Iraklıların Saddam rejiminin devrilmesini kutlamaları uzun sürmedi, hatta bazıları onun zulümlerle dolu dönemine hayıflanacak noktaya vardılar. Libyalılar ise Kaddafi ve dönemini gömmeyi bitirir bitirmez kendilerini bir iç savaşın içinde buldular.

Yukarıdaki başlıklar arasında ayrım yapılmasını gerektiren pek çok farklılığın olduğuna şüphe yok ve bunların bir kısmı ülkelerle, bir kısmı da zaman dilimleriyle veya farklı büyüklüklerdeki aksiliklerle ilgili. Ancak belki de ülkelerimizin kendisine güvenilecek bir içeriye sahip olmadığını veya birbiri ile çatışmalı, bir kısmı diğerini yok sayan içerilerden oluştuğunu açıkça söylemenin zamanı geldi. İşte dışarının hem olumlu hem olumsuz rollerine sıra dışı boyutlar kazandıran, ülkelerimiz üzerindeki “mücadele”nin bir sonucu olarak “egemenlikten” söz etmeyi sözden ibaret hale getiren de budur.

Yukarıda bahsi geçen ülkelerin deneyimlerinde, tabloya hâkim olan; ulusal sadakatin iki karşıt güç olan askeri güvenlik rejimleri ile siyasal İslamcı hareketler veya Lübnan örneğinde olduğu gibi, yozlaşmış mezhepçi kotalar ittifakı ve siyasi hayatın milisler ve büyülü direniş hipostazı tarafından nasıl tahrip edildiğidir. Bu kazmaların darbeleri ile yeni yeni ortaya çıkan vatanseverlik yıkıldı, vatan ve anlamı üzerine her türlü mutabakat ortadan kaldırıldı. “Biz kimiz?” sorusunun hâlâ her ülkede birçok cevabı bulunuyor. Ülkenin resmî ismi işlevsel bir fiili kimlik olarak genel kabul görse bile, bu vatanseverliğin içeriği ve yönü hâlâ bir anlaşmazlık ve farklılık konusu olmaya devam ediyor. Mesela “Lübnanlılık” tanımı gereği İsrail ile savaşmayı mı yoksa Lübnan'ı savaşlardan uzak tutmayı mı içeriyor? Iraklılık kendi içinde İran’a karşı kaygı barındıran bir tutum mu yoksa İran’a katılmayı teşvik eden bir tutum mu içeriyor? Suriye'ye gelince, iki bayrak savaşına ilave olarak, sadece Suriye Cumhuriyeti mi, yoksa Suriye Arap Cumhuriyeti mi olduğu konusundaki sürekli yenilenen tartışma bize çok şey anlatıyor.

Elbette ülkelerimizin ulusal dokusunun zayıflığı, askeri rejimler, milisler ve yolsuzluğun yaygınlaşmasıyla daha da kötüleşmeden önce, birkaç faktör tarafından körükleniyordu. Bunlardan biri, Şam'daki Faysal Krallığı ve Birleşik Arap Cumhuriyeti gibi iki umutsuz deneyim dışında onlara bir alternatif sunmadan “Sykes-Picot devletlerini” reddetmeye yönelik kadim mirastır. Birçok nedenden ötürü modern ve modernist güçler bir çekirdek olarak kaldılar ve mezhepleri ve etnik kökenleri ya da yerli sınırları aşan bağlar üreten etkili bir siyasi aktör olamadılar. Bu gerçek, özellikle kutuplaşmanın yoğunlaştığı, siyasal güçlere ve onların müdahalesine duyulan ihtiyacın arttığı, ancak çok geçmeden böyle bir müdahalenin umutsuz bir dilek gibi göründüğü anlarda daha da belirginleşti. Bu nedenle tartışmalarımız önemli ölçüde intikam duygusuyla ve daha eski kökenlere ve tarihlere yapılan göndermelerle renkleniyor. Ayrıca kendisine “kahramanlık”, “yiğitlik” ve “şehitlik” gibi kırsal temelli rekabetler eşlik ediyor.

Dolayısıyla toplumlarımız, “halk” ve “rejim” veya “toplum” ve “otorite” ikiliğine dayanan basitleştirilmiş modernist anlatıdan fazla yararlanmıyor. Bu yaklaşımın sonucunda, “vatansever” ve “vatansever olmayan”, “yozlaşmış” ve “yozlaşmamış”, “burjuva” ve “emekçi” ile ilgili kötü ikilikler ortaya çıkıyor. Bu nedenle kötü tarafı ortadan kaldırıp iyi tarafı destekleyecek bir devrimin veya reformun gelmesini bekliyoruz. Bu basitleştirmenin çok uzağında, ikiliğin iki kutbu arasındaki orta, Avrupa Marksizminin “sınıflandırmanın” küçük burjuvaziyi burjuvazi ve proletarya olarak böleceğini düşünmesi anlamında bir çürüme adayı değildir.

Bu, ister ulusal soruna ilişkin farkındalığa yakınlık, ister askerleri ve direnişçileriyle radikal farkındalığa uzaklık açısından olsun, bilindik siyasal çatışmalarda bir tarafın diğerine üstünlüğünü ortadan kaldırmıyor. Sorunumuzu çözmek için alışılagelmiş anlamda siyasetin ötesine geçiyor. Bizde toplum, toplumlar olarak, kültür de kültürler olarak karşımıza çıkar. Aynı şekilde iktidar birliği de iç, mezhepsel, etnik ve bölgesel ihtilafların baskısı altında parçalanmaya açıktır. Sanat dilini kullanırsak bunların iki boyutlu değil, üç boyutlu toplumlar olduğunu söyleyebiliriz. Yüzeyi yükseklik ve genişlik gibi iki boyutla sınırlı değil, aynı zamanda yükseklik, genişlik ve derinliğe dayalı. İşte bugün sadece politik siyasete odaklanan düşünceden kendisine bir pay ayırmayı hak eden şey budur.