Lübnan Şubat 2005'ten bu yana nadiren sahne olduğu kritik saatler yaşıyor. Bu saatlerin -göreceli de olsa- huzur ve sükunet içinde geçmemesi durumunda Lübnanlılara belirsiz ve güven vermeyen bir dönem vaat ediliyor. Zira bölgenin kimyası beklediğimizden daha hızlı bir şekilde değişiyor ve kavramları gözümüzün önünde devriliyor. İran'ın projesinin Gazze Şeridi, Lübnan ve Suriye'de yaşadığı gerileme, tüm ölçülerde ciddi ve acı verici bir gerilemeydi.
Yerli ve yabancı kalabalıkların düzenlenecek cenaze töreni ile Hizbullah'ın iki eski genel sekreteri Hasan Nasrallah ve Haşim Seyfettin'i uğurlayacakları bu saatlerde Lübnan derin kaygı içinde. Bu törenin, tarihsel bir aşamanın sonu ve daha az sorunlu olmayan bir başka aşamanın başlangıcı olması muhtemel.
Buradaki sorun, Hizbullah liderlerinin, halk tabanının veya bölgesel sponsorlarının, sloganları ne olursa olsun milis gruplarının silahı ile Irak, Lübnan ve Yemen gibi bağımsız olması gereken ülkelerdeki mevcut “devletin” egemenliğinin bir arada yaşamasının imkansızlığına ikna olduklarına dair hiçbir göstergenin bulunmaması gerçeğinde yatıyor.
Özellikle Lübnan'da İsrail savaş makinesi, Hizbullah'ın -her zamanki gibi- devlete danışmadan başlattığı Gazze’ye Destek Savaşı’ndan yararlanarak 2006'da yaptıklarından çok daha fazlasını yaptı.
Hizbullah liderliği ve medyası bunu kabul etse de etmese de askeri ve siyasi olarak kaybetti. Bu kayba rağmen Lübnanlıların büyük çoğunluğu bir kez daha Hizbullah ya da çevresine küçümseyici ya da alaycı davranmayı reddetti.
Ancak Hizbullah bu tutumu hak ettiği takdirle karşılamadı. Medyada kendisine bağlı kişilerden ve sözde savunucularından bazıları hâlâ yeni bir cumhurbaşkanlığı ve yeni bir reform hükümeti döneminde devleti inşa etme çağrısını yineleyen herkese, ihanet, Siyonistleşme, namussuzluk ve İsrail’den güç alarak onları “aşağılamaya çalışma” suçlamalarını yöneltiyorlar.
Evet. Siyonistleşme suçlaması, anavatana iyileşme, yeni Lübnan hükümetinin oluşumunda da açıkça görüldüğü gibi, kimseyi dışlamayacak ve yok saymayacak yapıcı bir süreç başlatma fırsatı tanımayan yüzlerin ve borazanların savurduğu hazır bir suçlamaya dönüştü.
Bugünkü gerçeğe dönecek olursak şunu söylemek gerekir; birincisi, Hizbullah'a ve onun arkasındaki İran'a sert darbe indiren taraf, radikal, nefret dolu ve yaşanabilir bir birlikte yaşamayı sağlayacak her türlü gerçek barışı reddeden bir İsrail otoritesidir. Kendisi ister Lübnan'da, ister Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde olsun, her zaman ılımlı ulusal sesin bastırılması ve bir “devlet” kurma şansının zayıflatılması üzerine bahis oynamıştır. Öte yandan, kendisine adil barış hakkından kaçma bahanesi sunması için radikal alternatifin yükselişine göz yummuştur.
İkincisi, mevcut radikal İsrail otoritesi yalnızca Washington'daki Cumhuriyetçi liderliğin mutlak desteğini almakla kalmıyor, aynı zamanda bu liderliğin Tel Aviv’deki Likudluları ve yerleşimcilerini Gazze'deki ve ardından bugün Batı Şeria'daki yerinden etme projelerinde teşvik etme konusunda ne kadar ileri gittiğini de gördük.
Üçüncüsü, İsrail'in durmadan ileri kaçışının, ABD’nin hızlı yürütme emirlerinin, Washington'un Ukrayna, Kanada ve küresel ticarete ilişkin son pozisyonlarının Avrupa ve Atlantik’te neden olduğu kafa karışıklığının ortasında, uluslararası toplum da yaşananların sonuçlarını kavrayamıyor. Bu nedenle, öngörülebilir gelecekte her düzeyde ılımlılığın ve güvenilirliğin yıkıcı aşırılıkları dizginleyebileceği hiçbir şekilde umut edilemez.
Dördüncüsü, gördüğümüz gibi, bölgesel ve uluslararası atmosfer, Araplar arasında günlerin ne getireceğine dair temkinli bir beklenti halinin oluşmasına yol açtı. Bir yandan da ortak güvenlik ve Filistinlilerin hakları, bazı etkili aktörlerde köpüren abartıyı azaltma konusunda mümkün olduğu kadar inisiyatife sahip olmaya da çalışıyorlar. Son zamanlardaki Arap girişimleri belki de sadece bilinmeyene doğru kaymayı durdurmak için değil, aynı zamanda etkileri mevcut gerilim ve şüphe aşamasının ötesinde de devam edecek olan ortak noktalar üzerinde anlaşmaya varmak için de bir fırsat teşkil ediyor.
Bu nedenle, açık sabitelere uygun yapılan Arap iletişimleri bir adım ileride olmaya yardımcı olabilir. Arap-İsrail çatışmasını ateşleyen Filistin davası gibi köklü ve 70 yılı aşkın bir süredir devam eden bir çatışmayı kimsenin hafife almadığı biliniyor. Ancak bugün çatışmanın gerçek anlamda çözümü, özellikle uluslararası ilişkilerde yerleşik sabitelerin çöküşü halinde, her zamankinden daha fazla marjinalleşme ve unutulma tehlikesiyle karşı karşıya görünüyor.
Irkçılığın özellikle göçmen karşıtı, Müslüman karşıtı ve Arap karşıtı yüzüyle yükselişi, Batı demokrasilerindeki siyasi hayata ağır bir gölge düşüren tehlikeli bir gerçeklik. Varşova Paktı’nın yıkılması, Sovyetler Birliği, Çekoslovakya ve Yugoslavya'nın bölünmesi ve Almanya'nın yeniden birleşmesi ile Soğuk Savaş’ın sonunda Avrupa'da son kez değişen jeopolitik sınırlar, artık garantili sınırlar olmaktan çıktı.
Üstelik Kuzey Amerika ve adalarının sınırları artık güvende değil. Onlarla birlikte, Batı güvenliğini birdenbire en iyi müttefik haline gelen bir düşmandan koruyan bir şemsiye olarak Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) olan güven de artık sağlam değil.
Doğu ve Güney Asya'da, geçmişte düşman ve şimdi müttefik olan ABD ve Rusya'nın iki uyumsuz Asya devi, yani Hindistan ve Çin ile nasıl baş edecekleri açık görünmüyor. Sorunların biriktiği, müdahalelerin ve maceraların bol olduğu Afrika'da da hesaplar farklı ve çıkarlar çatışıyor!
Sonuç olarak, tüm bu konular uluslararası gündemleri dolduruyorsa, biz Araplar, en azından üzerimize gelmesi beklenen bölgesel fırtınalarla yüzleşmek için asgari düzeyde gerçek bir uzlaşıya sahip olmalıyız. Bu fırtınaların başında şunlar geliyor; İsrail'in hırslarındaki kaygı verici artış, son iki yılda yaşanan gerileme karşısında İran'ın beklenen tepkisi, Ankara'nın Suriye arenasında başarılanlardaki katkısı ve Filistin arenasında ima ettikleri sonrası olası Türk rolü.