Hazım Sağıye
TT

Neden öteki ile dayanışma içinde olmuyoruz?

Türk bir kadın, Facebook hesabından yaptığı paylaşımda, Türkiye'nin içinde bulunduğu çalkantılı durumda “kendilerinden tek bir dayanışma mesajı” almadığı için “Suriyeli dostlarına” sitem etti. Paylaşımını “dayanışma bir kusur değil, aksine ahlaki ve siyasi bir tercihtir” diyerek sonlandırdı.

Bahsi geçen hanımın sitem etmeye hakkı var. Zira kendisi hayatının bir bölümünü Suriye halkının Esed rejimine karşı verdiği mücadelede ve bu halkın rejime karşı savunulmasında görev alıp, ülkesindeki Suriyeli mülteciler için daha iyi yaşam koşulları sağlamaya çalışarak geçirdi.

Dost veya müttefik olabilecek öteki ile dayanışmaktan kaçınmak sadece Suriyelilerle sınırlı değil. Bunu, dayanışmanın önemli bir yer tutmadığı bir siyasi kültüre tabi olan Lübnanlılar, Iraklılar, Mısırlılar veya başkaları da yapabilir. Nedeni de bizim bu kültüre göre desteklenen ve dayanışma gösterilen taraf olmamız, ama nadiren desteklememiz ve dayanışmamızdır.

Mevcut durumda, Aksa Tufanı’ndan bu yana yaşanan son felaket, özeleştiriyi daha radikal seviyelere, siyasi yüzeyin ötesine, derin ahlak değerlerimizin bulunduğu kültürel ve toplumsal öze uzanan seviyelere taşıma zorunluluğunu artırdı. Bu öze göre (kendisiyle dayanışma içinde olmaya davet edildiğimiz) “öteki”nin nadiren mevcut olduğunu, hatta var olmadığını söylemek yeni bir şey değil.

Çağdaş kültürümüzde, “öteki” sorusuyla meşgul olmuş ve bu konu üzerinde düşünmüş en duyarlı Avrupalı ​​entelektüellerden bazılarıyla boy ölçüşebilecek kişilerden yoksunuz. Burada sembollerini saymanın imkânsız olduğu geniş bir bakış açısını özetlemek için birkaç isim zikretmek yeterli olacaktır.

Örneğin Emmanuel Levinas, “öteki” ile ilgili çalışmalarını, Batılı filozofların ve düşünürlerin dünyayı anlamak için “ben”den yola çıktıkları fikrine dayandırıyordu. Ona göre bu, ötekine sanki bu “ben”in bir yansımasıymış gibi davranılmasına neden oldu, bu da savaşlara, soykırımlara ve köleliğe yol açtı. Hannah Arendt, totalitarizm ile yalnızlık içinde yaşamak (loneliness) arasında yakın bir ilişki olduğuna inanıyordu. Düşünmek, dünyayı zihninde canlandırmak iken, kötülük, başkalarıyla birlikte ve başkaları hakkında düşünmemekle eş anlamlıdır. Norbert Elias'a göreyse “medenileşme süreci”, bireylerin ve grupların aşırı dürtülerini ve tepkilerini kontrol ettiği bir karşılıklı bağımlılığın ürünüdür. Bu, herkesin katıldığı, böylece toplumsal monologdan diyaloğa geçtikleri, dallı budaklı ve karmaşık bir ekonomi bunu gerektirmeden önce, kraliyet saraylarındaki hayat, devletlerin merkezileşmesi ve şiddetin tekelleşmesiyle ortaya çıkan bir durumdur.

Yukarıda adı geçen üç kişi ve diğerleri Nazi Holokostu ve bunun sonucunda ortaya çıkan adaletsizlikten derinden etkilenmiş olsalar da, her biri kendi yoluyla Siyonizm'in geliştirdiği milliyetçi sonuçlara aykırı sonuçlara ulaştı. Siyonizm, Holokostu din mertebesine yükseltip, daha fazlasını talep ederek telafi etmeye bahse girmiştir. Yukarıda saydığımız ve Yahudi olan üç kişiyse, kapsamlı ahlaki görüşleri genelleştirmek, şiddet ve suçla mücadeleye katkıda bulunacak insanlık tarihi anlatıları geliştirmek için Holokosttan yola çıktılar.

Öteki ile meşgul olmak, tanımı gereği, onun varlığını kabul etmeyi içerir ki bu da onunla dayanışmadan önce gelir. Ötekinin mağduriyetinin inkarı, sıklıkla onunla meşgul olmama, kabul etmeme ve dayanışma göstermemenin bir gerekçesi olarak gösterilir. Kimi zaman ötekinin kendisi inkar edilir ve dolayısıyla görünür mevcudiyeti tekelleştirmenin içinde gizlendiği mağduriyet tekelleştirilir. Gerçek şu ki, böyle bir tekel giderek küçülen bir niteliktedir; uluslar içinde tek haksızlığa uğrayanın kendisi olduğu noktasından yola çıkan, kendi ulusu içindeki gruplar arasında tek haksızlığa uğrayanın kendisi olduğu sonucuna varır. Dinler arasında sadece kendisinin mazlum olduğu düşüncesinden hareket edense, sonunda kendi dini içindeki mezhepler arasında sadece kendisinin mazlum olduğuna inanır.

Ancak tekelin zikredilmesi, onu üreten bazı durakların zikredilmesinin yerini tutmaz, bilakis bunun gerekliliğini vurgular.

Türklerin ve Arap olmayan Müslümanların haksızlık yaşadığını ve “gerilediğini” söyleyen kurucu milliyetçi bir anlatı var. Her ne kadar birçok millet benzer klişeler üretmiş ve düşmanlarını temel kusurlarla damgalamış olsa da, milli tarih anlatımız, her zaman egemen olmuştur ve köktenci İslam’ın benlik ve dünya anlatısı üzerinden egemen olmaya devam etmektedir. Böylece, ötekiyle olan ilişkinin karşıt içeriğini değiştirmeden, benliğin adları, unvanları ve tasvirleri değiştirildi. Bu anlamda, kendimizi her zaman ve her yerde düşmanlarla çevrili olarak sunduk. İsrail de bize bu düşmanların en önde geleninin “sözde” bir oluşum olduğu gerçeğinin tadını çıkarma fırsatını verdi.

Bölgede birbirini takip eden direniş ideolojileri, ötekini burjuva, emperyalist, Siyonist veya tüm bu kötü niteliklere sahip bir düşman olarak belirledi. Bütün bu kusurların mücadelemizde dimdik durması, bizim sadece düşmanlığı teyit etmekle kalmayıp, aynı zamanda gelecekte dostluğa giden her yolu da kapatan karalayıcı argümanlara olan eğilimimizi daha da pekiştirdi.

Bu eğilime eşlik eden bir diğer husus, kadınların erkeklerin “ötekisi” olarak görülmesi ve kendilerine erkeklerin bir uzantısı olarak davranılmasıydı. Aynı şekilde dinsel, mezhepsel ve etnik olarak öteki, Arap insanının merkeziyetinin önemsiz bir uzantısıydı. Kültürlü elitler ise halkın ve milletin sınır bekçileridir.

Dolayısıyla Arendt’in dediği anlamda bir yalnızlık içinde yaşıyoruz; ötekinden ayrılmanın ve dünyadan ayrılmanın eş anlamlı olduğu bir yalnızlık içindeyiz. Dünya etrafımızda değişebilirken, biz onun değişimini umursamayan politikaları ve sloganları sürdürüyoruz. Böylece, örneğin, mevcut savaşta gördüğümüz gibi, teknik alandaki gerilik niteliksel olarak genişliyor, Arap halklarının savaşmayacağı anlaşılıyor, savaşanların dünyada güçlü bir desteğe sahip olmadığı ortaya çıkıyor, ancak savaş çağrısı devam ediyor.