İmil Emin
Mısırlı yazar
TT

ABD: Dünyayı kontrol etmek mi yoksa yönetmek mi?

ABD Başkanı Donald Trump'ın son dönemde aldığı kararlar pek çok soruyu gündeme getirdi. Bunlardan en dikkat çekeni ise şuydu: Trump yönetimi, “aşırı ulusal bencillik” olarak adlandırabileceğimiz şeye dayanarak dünyayı yönetmeyi mi yoksa kontrol etmeyi mi amaçlıyor?

Bugün Washington, Beyaz Saray Başkanı'nın “ABD kırk yıldır yağmalanıyor ve artık işlerin değişmesinin zamanı geldi” açıklamasından da anlaşılacağı üzere, dünyaya üstten ve intikamcı bir bakış açısıyla bakıyor gibi görünüyor. Ancak Trump'ın bunun için çabalarken kullandığı araçlar, 28’inci Başkan Woodrow Wilson'ın (1913-1921) Amerikan dış politikasının temellerini atarken benimsediği temel fikirlerle örtüşmüyor. Bu fikirleri üç noktada özetlemek mümkün.

Birincisi, uluslararası ilişkilerin doğal düzeni olumsuz katalizörlük, milliyetçiliğin kışkırtılması veya popülizmin uyanışı değil, uyumdur.

İkincisi, zorla değişim yapmak kabul edilemez ve tüm değişimler hukuka dayalı usullere uygun olarak gerçekleştirilmelidir.

Üçüncüsü, Wilson, bu ilkeler üzerine kurulu herhangi bir ulusun asla savaşı seçmeyeceğini ve bu normları karşılamayan ulusların er ya da geç dünyayı çatışmaya sürükleyeceğini savunmaktadır.

Bu bağlamda savaş kavramı yalnızca askeri çatışmaları ifade etmiyor, aynı zamanda ticaret savaşları da küreselleşme ve küresel köy çağında kaçınılmaz bir tür yüzleşme ve çatışmadır.

Burada şu soru sorulmalı: Trump yönetiminin son dönemdeki çabaları Wilson'ın ilkelerine hizmet ediyor mu? Ortak çıkarlara sahip küresel bir toplum inşa etmenin koşulu olarak çoğulculuk görüşleriyle uyumlu mudur?

Kısaca ve son gümrük tarifeleri tepkilerinin ortaya çıkardığı ideolojik kotaların tuzağına düşmeden, dünyanın bir kez daha iki kampa bölünmüş gibi olduğunu söyleyelim. Bir tarafta ABD, diğer tarafta geri kalanlar var. Bu durum, geçen yüzyılın doksanlı yıllarında ABD'nin bilge adamı ve parlak ulusal danışmanı olan Zbigniew Brzezinski tarafından ortaya atılan, ABD’nin dünyaya yönelik tutumu, liderlik mi yoksa kontrol arayışında mı olduğuyla ilgili temel soruya geri döndüğümüz anlamına geliyor.

Soğuk Savaş döneminde ABD, dönemin küresel jeopolitik durumuna ilişkin bir yol haritası olarak, güç ve ilke arasındaki karşılıklı bağımlılık modeliyle Amerikan liderliğinin korunmasını garantileyen bir ittifaklar ağı örmeyi başardı.

Ancak aşırı gücün verdiği kibir ve Sovyetler Birliği'nin dağılması, yalnızlık ve izolasyon savunucularının önünü açmış ve seslerini yükselterek, “ABD dünyanın polisi ya da jandarması değil” demesine neden olmuş olabilir.

Bugün MAGA, modern bir şekilde de olsa, “yeni Amerikan gericileri”nin önderliğinde bunun doğrudan bir muadili gibi görünüyor. Bunlar öncelikle içeride Amerikan federal bürokratik devletini yok etmeyi, böylece Washington'un güç, hakimiyet ve egemenliğe sahip olduğu, köprülerden değil duvarlardan oluşan yeni bir dünyanın özelliklerini ve hatlarını yeniden çizmeyi hayal ediyorlar.

Brzezinski otuz yıl önce bu sonuçları öngörmüştü ve bu nedenle ABD'nin geleceği, özellikle de ABD'nin hegemonyasını nasıl kullanması, bunu nasıl paylaşması ve kiminle paylaşması, hangi nihai hedeflere adanması gerektiği ile ilgili gerçek seçimler, ABD'nin benzeri görülmemiş küresel gücünün temel amacı konusunda kafası karışık görünüyordu.

Cevabın önemi şunu belirleyecek olmasından kaynaklanıyor; uluslararası mutabakat Amerikan liderliğini güçlendirecek mi güçlendirmeyecek mi, ona meşruiyet kazandıracak mı kazandırmayacak mı? Amerikan üstünlüğü büyük ölçüde askeri veya siyasi güce dayalı sıkı bir kontrole mi dayanıyor?

Bugün Washington, Batı kampı içinde Varşova Paktı'na karşı kırk yıldan fazla süredir sürdürdüğü, mücadelede elde ettiği uluslararası konsensüse sahip değilmiş gibi görünüyor. Bu konsensüsü kaybederek, küresel meseleleri kontrol etme gücünü kaybetme, dünyanın tek gücü olma konumunun meşruiyetini tehlikeye atma riskiyle karşı karşıyadır.

Yeni oligarklara göre buradaki kontrol, Amerikan gücünü daha da tüketecek ve tepedeki şehir imajını kaybetmesine yol açacaktır. Onu büyük etki ve varlığa sahip bir süper güçten, eksik bir süper güce dönüştürmeye zorlayacaktır. Bu güç de çok geçmeden gerileyecek ve kendisini yeni dünya düzeninin birincil oyuncusu olarak gördüğü 35 yıllık dönemde elde ettiği uluslararası kazanımları kaybedecektir.

Mevcut ABD yönetimi, çaresiz değil etkili ortak uluslararası kurumlar kurmak için gereken asgari mutabakattan bile yoksun bir dünyada, ulusal sınırları aşan bir Amerikan otoritesinin temelini atmaya mı çalışıyor?

Ortaklık yoluyla liderlik modeli, günümüz Beyaz Saray yetkililerinin hayalinden çok uzak görünüyor. Oysa kapsayıcılık, cömertlik ve sabır, küresel güvenlikten ayrılmayan Amerikan ulusal güvenliğini korumak için gerekli en önemli unsurlardır. Küresel güvenlik ancak Washington'un iş birlikçi ve çatışmasız bir küresel düzen aracılığıyla yapıcı bir liderlik göstermesiyle güçlendirilebilir.