İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Maskat'taki müzakereler ve Tel Aviv'deki hesaplar

Ortadoğu siyasetinin saçmalıklarından biri de birçok siyasetçi ve analistin hâlâ İran'ın bölgedeki rolünün tamamen bitirilmesine bahis oynamasıdır. Daha da saçma olanıysa, bunların bir kısmının İsrail'in Washington'u bu “yok etme savaşına” sürükleyeceğini tahmin etmesidir.

İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana Washington'un, Başkan Donald Trump'ın mevcut yönetimi kadar sağcı ve İsrail yanlısı bir Amerikan yönetimi görmediği doğru!

İsrail'in 1948'de kurulmasından bu yana, Binyamin Netanyahu ve transfer yanlısı ortakları Itamar Ben-Gvir ve Bezalel Smotrich’ten daha fanatik, ırkçı ve faşist bir yönetimin yönetimi altında yaşamadığı da bir gerçek.

Son yüzyıllarda hiçbir İran liderliğinin Arap “komşularına karşı” Dini Lider Ali Hamaney otoritesinden ve yakın zamana kadar dört Arap başkentini kontrol etmekle övünen Devrim Muhafızları’ndan daha müdahaleci ve saldırgan olmadığı da doğru.

 Ancak biz Araplar, Washington, Tel Aviv ve Tahran'ın bölgedeki varoluşsal siyasi meseleleri nasıl ele aldıklarına ilişkin gerçekleri kavramakta hâlâ tereddütlüyüz. Yakın gelecekte Arapların burada herhangi bir varlık veya değere sahip olmaya devam edip etmeyeceği meselesi de buna dahil.

Öte yandan, hafızası güçlü olanlarımız, eski Demokrat başkan Barack Obama döneminde İran konusunda yapılan ve 2015 yılında imzalanan meşhur “nükleer anlaşma” ile sonuçlanan “gizli” ABD-İran müzakerelerinin ilk turlarını hâlâ iyi hatırlıyoruz.

Bu turlar o dönemde Araplardan ve dünyadan gizlice Umman'ın başkenti Maskat'ta düzenleniyordu. Dün (yine Umman'ın başkentinde) başlayan yeni tur müzakereler ise kamuoyuna yansıdı ve 2018 yılında ilk başkanlık döneminde Beyaz Saray'a girdikten sonra “anlaşmayı” fesheden Cumhuriyetçi Başkan Donald Trump döneminde yaşanıyor.

 Amerikan müzakere heyetinin yüzleri değiştiyse de, Tahran'daki güç sembolleri ve müzakere heyeti hâlâ pozisyonlarını koruyor. Bunların arasında en önde gelen müzakerecilerden biri olan, şu anki Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi de var.

Aslında, “dünün anlaşması” ile kendisi için çalışılan “bugünkü anlaşma”nın arasındaki on yılda en büyük değişim sahada yaşandı.

Bölgenin “harekat alanında” görüldü.

Bu, Washington'un desteklediği, pazarladığı ve önündeki engelleri (ya da engel olmaya devam edenleri) ortadan kaldırdığı İsrail'in “transfer” planına göre, bölgenin ihlal edilen, bölünen ve parçalanan oluşumlarını sarsan, sahada yeni gerçekler inşa etmeyi amaçlayan bir değişimdi.

Öncelikle, Gazze Şeridi'nin sakinlerinden boşaltılmış plajlarına yatırımların başlaması beklenirken, Filistin meselesi en üst sıradaki “yasak” konu haline geldi.

Transfer planıysa bölgesel olarak ivme kazanıyor. Kuzeyde, Lübnan'da İsrail'in savaş makinesi İran'ın müzakerelerde kullandığı şantajı pençesiz bıraktı. Lübnan'dan Suriye'ye geçildiğinde, 54 yıldır ikili oynayan ve ikili konuşan, hamilerinin ve yöneticilerinin çoğu için artık işe yaramaz hale gelen bir rejim devrildi.

Daha doğuda, liderliği uzun süredir “alternatif vatan” projesinin şantajına maruz kalan ve Trump yönetiminin dün kronik ekonomik sıkıntılarıyla ilgilenmemeyi tercih ettiği Ürdün yer alıyor. Nitekim Trump, çoğu rakibine ve dostuna karşı başlattığı gümrük vergisi “savaşında”, Ortadoğu ülkelerine yönelik en yüksek gümrük tarifelerinden birini ona uyguladı.

Batıda, Netanyahu hükümetinin Gazze Şeridi sakinlerini zorla göç ettirme savaşı aracılığıyla ilk olarak baskı ve şantajla hedef aldığı, en kalabalık Arap ülkesi olan Mısır'ı görüyoruz. Ne İsrail ile yapmış olduğu barış antlaşması ne tam normalleşme ne de yıllardır içeride ve dışarıdaki muhaliflerin eleştirilerine rağmen üstlendiği “arabuluculuk rolü” Mısır’ı bu şantajdan kurtaramadı ve koruyamadı.

Bazı ülkeleri İsrail ile normalleşen Körfez bölgesinde bile Netanyahu hükümeti, uluslararası kararlara ve Arap zirveleri kararlarına saygı esasına dayanan, gerçek bir bölgesel barış anlaşmasına yönelik en ufak bir iyi niyet göstermeye yanaşmıyor.

Washington ve Tahran bölgenin endişeli ve acı çeken halklarının çıkarlarının üstünde pazarlık yaparken, şu anda önümüzde olup biten, iktidardaki İsrail sağının hedef yelpazesini genişleterek ve halk tabanını harekete geçirerek ileri kaçışını sürdürmesidir.

Askeri makine ve güvenlik aygıtı ile temsil edilen bu sağ, Lübnan'ın birçok yerini işgal etmeye ve Suriye'nin kırılgan iç durumuna müdahale etmeye devam ediyor. Şimdi de Türkiye'ye yönelik tehditlerini yükseltiyor. Washington'da Beyaz Saray'ın efendisi İran'ı nükleer askeri kabiliyetlerini geliştirmekte ısrar etmesi halinde felaket, yıkım ve korkunç sonuçlarla tehdit ediyor.

Trump'ın tehditleri şüphesiz hem İran içinde hem de Irak, Yemen ve hatta Lübnan'da İran'a güvenen diğer bölgesel güçler ve bileşenler karşısında İran liderliği için bir “baskı unsuru” ve utanç kaynağı oluşturuyor. Ayrıca, şu anda İran'a yönelik baskı misyonunu yürüten Steve Witkoff ve Morgan Ortagus gibi Amerikan temsilcileri de ABD'deki İsrail lobisinin bir parçası olarak kabul ediliyor. Dahası bunlar, Washington'un Tahran'a ilişkin neredeyse değişmez hedefinin, onunla mutlaka bir çatışmaya girmeden, onun emellerinin çıtasını düşürmek, manevra ve şantajlarında aşırıya gitmesini engellemek olduğunu anlıyorlar.

Binaenaleyh Netanyahu'nun, Washington'un mutlak desteği sayesinde, geçici de olsa amacına ulaştığı söylenebilir.

Ancak soru şu: Tahran ile yeni tur müzakerelerle elde edilen sonuçlarla yetinecek mi, yoksa her zamanki gibi şantaj ve savaşa girişme yoluyla ileri kaçmayı mı tercih edecek?