Aksa Tufanı operasyonundan günümüze kadar geçen sürede, Tufan’a sempati duyan çevreler dikkate değer bir hal değişikliği yaşadılar; “kurtuluş” ve “zafer” vurgusu yapan atılgan ve zaferi müjdeleyen bir üslubun yerini, “İsrail ile barış imkânsızdır” diyen savunmacı, dervişçe bir üslup aldı. Her iki üslubun ortak paydası ise her zaman barışı ve barış imkânını dışlamak.
Hayalci olmayıp bölgede barışın sağlanmasının çok zorlaştığını söylemeliyiz. Tabiri caizse temel zorluklarından biri, Yahudi devletinin güvenlik konusundaki histerisidir ki bu, kısmen Holokost deneyiminden, kısmen de geniş Arap ve İslam dünyasında azınlık olarak kendini yalnız hissetmesinden kaynaklanıyor. Böyle bir unsur sadece en kötü siyasi tercihleri tavsiye eder; İsrail, hastalıklı güvenlik eğilimi nedeniyle mutlak güvenlik kompleksi yaşıyor. Herhangi bir “mutlaklık” ise önceden garantili gibi görünmeyen barış “maceralarına” atılmayı engellemektedir. Ne var ki, iki düşman taraf arasındaki her barış bir maceradır. Gerçek şu ki, bu arka plan, sahibi için bir fanatizmin ve belki de diğerini, ileride ondan gelebilecek herhangi bir kötülükten korunmak için zayıflatmaya devam etmenin “zorunluluğuna” olan inancının kaynağıdır.
Tarihi “Filistin'i kurtarmak" sloganı, İsrail'in bu histerisine yakıt sağladı. Zira yukarıda sözü edilen slogan eğer gerçekleşseydi, korkunç bir katliama yol açabilirdi. Ancak bu slogan, Tufan’ın kendisinde, “nehirden denize” sloganında, arenalar birliği teorisinde yeniden can buldu. Arenalar birliğini benimseyen güçler, bizzat İbrani devletinin varlığının meşruiyetini inkâr ettikleri için İsrail’deki güvenlik histerisinin, azınlık ve yalnız olduğu duygusunun ateşini körükledi.
Üstelik İsrail'in barıştan elde edeceği çıkar Filistinlilerinki ile kıyaslanamayacak kadar az. Zira o, barışın kendisinden işgal edilmiş topraklardan vazgeçmesini talep ettiği taraf ve bu da onun sürüncemede bırakma, geciktirme ve aldatma çabalarını açıklıyor. Öte yandan hem hak sahibi hem de güçsüz olan Filistin tarafının, onu siyasal sürece dahil etmek için her türlü çabayı göstermesi gerekiyor. Ancak barışa karşı muhalefet, barış girişimlerini ve planlarını engelleme çabaları, bu çabayı daha başlangıcında boğuyordu. Böylece İbrani devletiyle siyasi bir mücadeleye girilecek, onun ve barış isteğinin ciddi sınavdan geçirileceği bir aşamaya ulaşmak imkânsız hale geldi.
Altmışlı ve yetmişli yılları yaşayanlar, Maşrık (Levant) bölgesinde göstericilerin en çok “barışçıl çözüme hayır” ve “ne barış ne teslimiyet” sloganlarını tekrarladıklarını bilirler. Buna karşılık “çözüm” ve “tasfiye” terimleri eşdeğer görüldü, öyle ki Abdunnasır’ın kendisi çözüme meyilli göründüğünde ihanet suçlamalarına maruz kalmaktan kurtulamadı. Bazı sol ve liberal aydınların ikisini birbirinden ayırma çabalarına rağmen, Yahudi ile Siyonist’i özdeşleştiren ses daha yüksek olmaya devam etti.
İsrail, onlarca yıldır sağ görüşten daha da sağa doğru kayıyor ve bu duruma, demografik yapısında barış isteyen sesleri zayıflatan bir değişim eşlik ediyor. Ancak barış hareketini en ciddi şekilde zayıflatan, Hamas ve kardeş örgütlerinin 1990’lı yıllarda Oslo Anlaşmaları’na karşı yürüttükleri savaş sırasında düzenledikleri terör eylemleriydi. Böylece Rabin'i öldüren İsrailli yerleşimcilerin ve din adamlarının yapmak istediklerini tamamlıyordu.
Ancak bu karşıt pozisyonlar arasındaki birçok iş birliği örneği bir yana, Mısır ile 1979'dan, Ürdün ile de 1994'ten itibaren barış sağlandı ve bu her şeye rağmen istikrarlı bir barış. Dağınık birkaç deneyimi de eklersek barışın imkânsız olmadığı, ilgili tarafların, kapıları her türlü barışa kilitli, kapalı ve sabit bir yapı olmadıkları sonucuna varabiliriz. Bu gerçekliği pek çok olayda görmek mümkün. Örneğin, İsraillilerin Filistinlilerle müzakere etmeyi reddettiği 1991'deki Madrid'den, Filistin Kurtuluş Örgütü ile anlaşmanın imzalandığı 1993'teki Oslo’ya geçiş, keza 2000 yılında Lübnan'dan tek taraflı çekilme kararı gibi.
Ancak barışın önündeki güncel zorluklardan biri, pek dile getirilmeyen, İsrail'e karşı savaşan tarafın barış talebini zayıflatacak şekilde savaşlarda yeniliyor olmasıdır. Zira barış talebi belli bir eşitliğe dayanmalı, İsrail'in teslim olma eğilimini güçlendirmeli. Ne var ki, Aksa Tufanı sonucu yaşanan yenilgi İsraillerin Şam’ın kapılarına dayanmasını sağladı. Ondan önce de 1967’te üç Arap ülkesine karşı savaşı altı günde sonuçlandırmıştı. Bu sonuç nedeniyle müzakere için Abdunnasır döneminde bir “yıpratma savaşı” başlatmak, daha sonra Sedat döneminde Sovyet uzmanları sınır dışı etmek zorunlu hale gelmişti. Ancak bu çabalar ve tavizler yeterli olmadı. Gerçek şu ki, Ekim 1973’teki savaşın karşılaştırmalı üstünlüğü tam da burada yatıyor; Sedat'ın davranışları açısından okunduğunda, bu savaş siyaseti aktifleştirmek ve savaşları sona erdirmek için yapılmış bir savaştı. En azından galibin bakış açısıyla siyasete duyulan ihtiyacı ortadan kaldıracak bir yenilgi değil, siyasetin hazmedebileceği bir yenilgiye yol açtı.
İsrail'in barışı umursamadan öldürüp, yakıp yıktığı bugünlerde ise barıştan bahsetmek zor. Peki, bu durumun böyle devam etmesi karşısında bir tür barış ne bugün ne de yarın 1967 tipi savaşların veya Aksa Tufanı benzeri olayların yaşanmayacağı bir barış için çabalamaya devam etmekten başka bir yol var mı?