Birçok insan içten içe dünyanın adil olmadığına veya adaletin insan dünyasında ulaşılamayacak ideal bir rüya olduğuna inanır. Bu inancı taşıyanlar sadece sıradan insanlar değil. Aralarında dünyanın en güzel nimetlerine sahip olmuş ama dünyadaki iyilik ve kötülük arasındaki doğal dengeyi kavrayamamış âlimler, önderler ve kişiler de var.
Aziz Augustinus (MS 354-430), Hristiyan düşüncesini en zor dönemlerinde en çok etkileyen kişilerden biriydi. Got kabileleri MS 420 yılında Roma'yı işgal edip, en önemli saraylarını yıkıp, binalarını ve kiliselerini yağmaladığında, birçok insan şu soruyu sormaya başlamıştı: Hristiyanlık bu dünyada adaleti, en azından asgari düzeyde de olsa tesis edebilir mi, yani işgal ve saldırganlık karşısında insanların kanını ve malını güvence altına alabilir mi?
Augustinus'un, Tanrı'nın Şehri adlı ünlü kitabını, bu soruyla meşgul olanları teselli etmek için yazdığı söylenir. Bu soruya cevabının özü, Kilise'nin, Tanrı Şehri'nde beklenen adaletin sembolik bir imgesi olduğudur. Tam ve gerçek adalet ise ancak ahirette mümkündür. Başka bir deyişle, kötülük dünyayı yönetir ve Kilise, kötülük okyanusunun ortasındaki iyilik adası gibidir. Bu dünyada var olmayacak bir adalet şehrinin simgesidir.
Bu tasvir gerçekçi bir cevaptan ziyade gerekçelendirmeye daha yakın. Ben bunu dünyaya karamsar bir bakış açısının sonucu olarak görüyorum. Tarihsel bağlamı dikkate alındığında, bu tür bir inancın, tarihe yönelik adil bir okumaya aykırı olsa da insanlık kültüründe çok eskilere dayandığı görülebilir.
Zaman zaman aklıma şu soru gelir: İnsanların, farklı zamanlarda, dünyada kötülüğün iyilikten daha güçlü olduğuna inanmalarını sağlayan şey nedir? Bu elbette bizatihi dünyadaki kötülük sorusunu ele alan felsefi-teolojik sorudan farklıdır. Ben ve diğerleri, kötülüğün varlığının evrenin doğasının bir parçası olduğunu biliyoruz. Onsuz iyi ile iyinin uğrunda çalışanları birbirinden ayırmak mümkün olmazdı ve iyi ile iyinin uğrunda çalışanlar her toplumda bu kadar yüksek bir değere sahip olmazdı.
Ben insanlık tarihi boyunca yaşanan gerçek deneyimlerin bu kanaati desteklemediğini söylüyorum. Ayrıca her gün karşımızda gördüğümüz gerçeklik de bu kanaatle çelişiyor. Dünyada kötülüğün ve iyiliğin, kötü insanların sayısının ve iyi insanların sayısının, dürüstlerin ve hırsızların, katillerin ve barışçılların, görevine bağlı olanların ve asilerin, bilgiyi sevenlerin ve bilgisizlikle barışık olanların sayısını, bu çağda ve geçmiş çağlarda karşılaştırın. Kötülüğün çok küçük bir yüzde olduğunu, onun varlığının dünyadaki iyiliğin miktarını ortaya koyduğunu her zaman göreceksiniz; çünkü değerli şeyler zıtlarıyla karşılaştırılarak tanımlanır.
Birçok psikolog, tekrarlanan aşağılanmanın, saldırganlığa karşı koyamama veya tepki verememe durumuyla birlikte yaşandığında, ruha bu dünyada adaletin imkânsız olduğu inancını aşıladığını tespit etmiştir. Daha önce yaptığım araştırmalarda hemen hemen her toplumun tarihlerinin bir döneminde, işgalci bir güç, zalim bir hükümet veya yerel çeteler tarafından baskı ve aşağılanmaya maruz kaldığını gördüm.
Ezilmenin tarihiyle ezilenlerin bugünkü kültürü arasında elbette bir bağ var. Ama her zaman akla gelen soru şudur: Bazı toplumlar bu duygudan kurtulmayı başarırken, bazıları neden bu duygunun tutsağı olmaya devam ediyor?
Çok kısaca şunu söyleyebilirim ki, kültürel yönlendirme, aşağılanma duygusunu dünyaya karşı genel bir tutuma, şüphe ve yabancılaşma eğilimiyle karakterize edilen bir tutuma dönüştürmede etkili bir biçimde devreye giriyor. Tam tersini de yapabilir, bu duyguyu kısıtlayan ve onu geçmiş tarihsel evreye ait bir parça olarak yeniden tanımlayan bir çerçeve yaratabilir, böylece onun zamana nüfuz etmesini ve günümüz toplumunun kültürünü kontrol etmesini önleyebilir.
Meselenin özü; eğer birinin kötülükten ve onun dünyadaki hakimiyetinden çok bahsettiğini ve etrafını saran iyiliğin değerini küçümsediğini duyarsanız, bunun arkasında kanıtlara değil, duygulara veya abartılı değerlendirmelere dayanan karamsar bir kültürün yattığını bilin.