Yarım yüzyıl boyunca, bölge, İsrail ile yaşadığı çatışmanın bedelini korkunç bir şekilde ödedi. İsrail, iç uyum veya meşruiyetten ziyade dış desteğe bağımlı, kırılgan bir yapı olarak resmedildi. Bu durum, İsrail'in kaçınılmaz ve yakın çöküşünü savunan bir dizi milliyetçi, İslamcı ve solcu söylemin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu ideolojik cephanelik, her zaman siyasi projeler geliştirme ihtiyacının yerini adı ve savunucularının kendi koşulları, halklarının ve ülkelerinin koşulları konusunda tarihsel sorumluluktan yoksun olmalarını haklı çıkardı.
Aksi yönde, belki de daha tehlikeli bir yanılsama yayılıyor, o da İsrail'in artık siyasete ve fikirlerine ihtiyaç duymadığı, aşırı güç ve kalıcı caydırıcılık mantığının barış anlaşmaları, normalleşme ve uzlaşılar yoluyla tanınmasının yerini aldığı, bunun da bölgeyi müzakereler veya ortaklıklar olmadan tek başına yeniden şekillendirmesine olanak tanıdığıdır.
Süveyda olaylarının ardından Şam'ın aldığı darbe tam da bunu ortaya koydu. Zamanlaması, gücü ve başkentin kalbinde sergilediği şiddet gösterisiyle ürkütücü olan bu hava saldırısı, İsrail'in artık mevcut tehditleri engellemekle yetinmediği, askeri üstünlüğünü kullanarak kendine uygun siyasi denklemler dayatmaya hazır olduğunu gösteren jeopolitik bir mesajdı. Hava saldırısı, Şam ve Tel Aviv arasındaki barış görüşmelerine dair bir dizi haberin ardından gerçekleşmiş olsa da verdiği mesajlar, bölgedeki istikrara yönelik tehditleri etkisiz hale getirmenin ittifaklar geliştirmeyi, uzlaşıları derinleştirmeyi ve ortak çıkarları temel almayı gerektirdiğine dair rasyonel inancı büyük ölçüde zayıflattı.
İsrail, sürdürülebilir bir hegemonya doktrini olarak “güç ile alınan, ancak güç yoluyla geri alınabilir” ilkesi ile özdeşleşerek, sanki kendi “Nasırcı” anını tersten yaşıyor gibi. Bahsi geçen ilke, uzlaşıları yalnızca varlığına bir tehdit, siyasi tanınma ihtiyacını ise yalnızca bir yük olarak görüyor. Bu tutum ortaklar, müzakereler ve hatta arabuluculara bile ihtiyaç duymadan, dengeleri yeniden tesis edecek yeni bir bölgesel model dayatma kabiliyetini engelliyor.
Bu tutum, ortaklar, müzakere ve hatta arabuluculara bile ihtiyaç duymadan, dengeleri yeniden tesis edecek yeni bir bölgesel model dayatma kabiliyetini engelliyor.
Ancak Nasırcılık, kitleleri bir mikrofona sahip olmanın bir projeye sahip olmanın yerine geçebileceğine inandırdığında çöktü. Bu durum, F-35'i siyasi ufkun yerine geçebilecek bir unsur olarak gören ve Tel Aviv'i yalnızca rakiplerine değil müttefiklerine, toplumuna ve dünyaya da bir “vizyon” sunma ihtiyacından kurtaran mevcut İsrail modelinin kaderine de neredeyse işaret ediyor.
İsrail'in etkili caydırıcılık araçlarına sahip olma ihtiyacı ile bu araçları tutarlı bir iç siyasi çerçeve, net bölgesel ve uluslararası destekle korunan sürdürülebilir strateji dahilinde, bölge için siyasi bir projeyi hayata geçirme amacıyla kullanmayı başarma arasında ölümcül bir karışım var. Zira şimdi ufukta görünen olası alternatif, İsrail'in (ve bölgenin) içine gireceği, kaynaklarını tüketeceği, toplumsal parçalanmayı derinleştireceği, siyasi ve stratejik kararların meşruiyetini zayıflatacağı sürekli bir tükenme halidir. Bu durum, güç kullanarak istikrarı dayatma çabasını yalnızca kronik bir kargaşa dinamiği haline getiriyor. Bu model aynı zamanda bölgede kalan denge merkezlerini yıkma, gerçekçilik mantığını zayıflatma ve İsrail ile çevresi arasında ılımlılığa ve köprü kurmaya yönelik tüm bahisleri zorda bırakma tehdidinde de bulunuyor.
Çatışmayı yönetmek için bile böylesine korkunç bir siyasi ufuk eksikliği ve askeri üstünlüğün bir kimlik görünümüne, bölgenin ise açık bir harekât alanına dönüştürülmesi, diğer yandan karşı çıkan grupları uyum ve değişim yükünden kurtarıyor. İsrail'in varlığı ve “Arap devletlerini bölme ve zayıflatma”daki rolü hakkındaki anlatılarını yeniden üretmelerine olanak tanıyor.
İsrail, daha önce, birikmiş askeri ve teknolojik üstünlüğüne rağmen, bölgesel konumunun meşruiyetini tesis etmekte başarısız oldu çünkü kalıcı savunma mantığından yalnızca ara sıra ayrılabildi. Kendini genellikle önerdikleriyle değil reddettikleriyle ve umduklarıyla değil korktuklarıyla tanımladı. Bugün ise İsrail, Han Yunus'tan İsfahan'a kadar kalıcı saldırı mantığıyla yetiniyor gibi görünüyor. Bu iki mantık arasında, yalnızca coğrafyasında değil, Ortadoğu zamanında da varlığını pekiştirmesini sağlayacak siyasi veya ahlaki bir anlatı inşa etme çabası bulmak neredeyse imkansız.
İsrail'in ve bizim de bugün gözden kaçırdığımız husus, Ortadoğu'da bir silahlanma yarışı değil, bir anlatılar yarışı yaşadığımızdır.
Bu bağlamda, Gazze, Suriye, Lübnan, Yemen, Sudan ve Irak'taki krizleri mümkün olanı yeniden tanımlayan kapsamlı bir bölgesel vizyon önermeden, parçalara ayırma mantığı ile ele almayı bırakıp, tutarlı bir siyasi ufuk üretme konusunda Arapların da sorumluluğu bulunuyor. Buna ilave olarak, kriz içindeki rejimlerin siyasi yeniden yapılanma kapasitesine sahip olduğu ve “çöküş öncesi” durumlarına hiçbir değişiklik olmadan geri dönmeye mahkûm olmadıkları fikrine karşı bir miktar şüphe ve tereddüdümüz var. Zira rejimlerin çöküşü yalnızca “uyum sağlanması gereken bir durum” değil, aksine yaşayabilir iç uzlaşılara kapı açan farklı siyasi yapılar dayatma fırsatıdır.
Gerçekten de İsrail ve bizim için asıl tehdit siyasi kuraklıkta gizlidir. Araplar, coğrafyanın gücüne kalıcı bir meşruiyetmiş gibi sığınırken, İsrail, sürdürülebilir bir projeymiş gibi militarizmin gücüyle saldırıyor.
Siyaseti hava ve istihbarat üstünlüğüne, meşruiyeti ise salt coğrafi ve tarihsel gerçeğe indirgemek, devasa bir boşluk yaratmaya mahkûmdur ve bu bölgede, bir boşluğun, bir düşman veya bir felaket tarafından doldurulması hiç uzun sürmez.