Bugün Gazze, kendine özgü bir durum yaşıyor; ne tam bir savaş ne de gerçek bir barış. Batı Şeria da öyle; iki keskin dişin arasında ne savaş ne barış hâlinde sıkışmış durumda. Lübnan da aynı şekilde… Bu, tarihin gri bir bölgesi ne düzenli bir savaşa ait ne de kalıcı bir sükûnete. Bu askıda kalmış durum, iki milyondan fazla insanın yaşadığı Gazze Şeridi’ni, donmuş bir çatışmanın ve tükenmiş umudun trajik örneğine dönüştürdü. Sürekli kuşatma, bölünme ve tekrarlanan yıkımlar altında Gazze, korkunç bir insanlık ihlalinin sembolü hâline geldi; herkesin (Filistinlilerin, Arapların ve hatta büyük güçlerin) kanını emen, bitmek bilmez bir çatışma sahası oldu.
Siyasetin bütün kapıları kapandığında, halklar coğrafyanın esiri hâline gelir. Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Güney Lübnan gibi bölgeler ne ilerlemelerine ne de özgürleşmelerine izin verilen donmuş alanlara dönüşür.
1948’den bu yana Filistin toprakları hep duvarlar arasında kalmış bir kurban oldu; Onları bir güvenlik çemberi olarak gören İsrail’in, kendini yenilemek istemeyen bölünmüş bir Filistin yönetiminin, bu trajedi karşısında nasıl davranacağını bilemeyen bir Arap dünyasının ve uzaktan bu çatışmadan çıkar sağlamaya çalışan bölgesel güçlerin arasında…
Bu, tarihçilerin ‘ölümcül siyasi boşluk’ dediği şeye çarpıcı bir örnek teşkil ediyor: Tarihsel hareket durduğunda, çözümler engellendiğinde, toplum sürekli bir bekleyiş hâline hapsolur. Bu durum, insanın gücünün ötesinde kurtuluşu bekleyen, büyülü ve çarpık bir siyasi düşünceyi doğurur.
Bu durum tarihte yeni değil. Dünya, 1953 Kore Savaşı'ndan sonra Kore Yarımadası'nda benzer durumlara tanık oldu. Savaş, bir ateşkes anlaşmasıyla sona erdi, ancak kalıcı bir barış sağlanamadı. Sınırlar belirsizliğini korudu ve düşmanlık bugün de devam ediyor. Bir milyon mülteci, henüz gerçekleşmemiş ve belki de asla gerçekleşmeyecek bir uzlaşmayı bekliyor.
Berlin şehri ise Soğuk Savaş boyunca Doğu ve Batı olarak bölünmüştü; insanlar duvarın ardında şüphe ve korku içinde yaşadılar. Şehir, uluslararası güçlerin yetersizliğinin simgesi hâline gelmişti; ta ki Sovyetler Birliği’nin rejim değişikliğiyle dışarıdan bir çözüm gelene kadar.
Bir diğer örnek ise Hindistan ve Pakistan arasındaki Keşmir bölgesi. Çatışma onlarca yıl donmuş hâlde kaldı; zaman zaman patlayan bombalar halkı yok etti, kalkınmayı engelledi ve bölgeyi günümüze kadar süren bir çatışma sahasına dönüştürdü.
Gazze bugün, tüm bu deneyimlerin izlerini taşıyor: kapalı sınırlar, felç olmuş bir ekonomi, iç bölünmüşlük ve ezilmiş insanlar. Çatışmanın uluslararasılaştırılması, Filistinli güçler arasındaki keskin ayrılıklar, Filistin Yönetimi’nin mevcut konumda kalışı ve Hamas’ın eski zamanlarda takılı kalması, bu çatışmayı ulusal ve insani ruhundan yoksun hâle getiriyor.
Bu donmuşluk ortamında, Gazze halkı yoksulluk, izolasyon ve bağımlılık arasında yaşıyor. Eğitim ve sağlık hizmetleri en düşük seviyelere geriledi; bir nesil neredeyse tamamen eğitim fırsatını kaybetti. Bu nesil yalnızca savaşı ve yıkımı tanıyor, dünyayı kuşatma, işsizlik ve göçten başka bir yer olarak görmüyor. Filistinlilerin yaratıcılığı inşa etmekten ziyade hayatta kalma çabasına dönüştü; devlet hayali, elektrik, su ve ilaç bulma arayışına evrildi. İstikrarın dayanağı olan orta sınıf erozyona uğradı; devlet kavramı, fraksiyonların lehine geri çekildi. Böylece Filistin ulusal projesi, dar coğrafi sınırlar, yaralı bir hafıza ve büyük fedakârlıklar çerçevesinde küçülme tehdidiyle karşı karşıya kaldı.
Gazze’nin trajedisi artık kendi sınırları içinde kalmadı; siyasi ve insani boyutuyla Arap çevresine sızdı. Arap dünyasının farklı bölgelerinde insanlar bu trajediye empati gösteriyor, içten içe şikâyet ediyor ve ‘direniş’ ile ‘normalleşme’ konularında keskin ayrılıklar ortaya çıkıyor; bu ayrılıklar ya başkentlerde ya da toplumun içinde yaşanıyor.
Tüm bu durum, Filistin davasını Arap sokaklarının bir kısmında zayıflattı; dava, özgürleşmenin sembolünden bölünmenin sembolüne dönüştü. Bazı Arap ülkeleri güvenlik çıkarlarına çekildi; bölgesel güçler, davayı kendi gündemlerini ileri sürmek için kullandı. Bu durumun sürmesi, Washington’dan Londra ve Paris’e kadar büyük başkentlerin herhangi ciddi bir girişime olan hevesini kırdı. Çatışmayı yönetebiliyorlar ama çözüm üretemiyorlar. Bu, aralarında ılımlı Araplarla iş birliği yapan dış baskı unsurlarının, çözüm yönündeki momentumunu kaybettiği anlamına geliyor. Son iki yılda biriken empati de soğudu ve bu donukluk kalıcı bir siyasi kader hâline gelmeye başladı.
Gerçek tehlike yalnızca maddi yıkımda değil; anlamın aşınmasındadır. Filistinli bir çocuk, yalnızca uçakları, sığınakları ve mermileri tanıyarak dünyaya geldiğinde, barış zihninde bir yanılsamaya, adalet ise boş bir slogana dönüşür. Zamanla, Filistinlilerin kolektif hafızası acıyla dolup taşar; insanlar insan olmaktan çıkıp canlı bomba hâline gelir, Gazze bir mesele olmaktan çıkıp bir kader olur; direnişin zamanı, trajedinin zamanına dönüşür.
Gazze'nin konferanslara ihtiyacı yok; bu tarihi çıkmazdan kurtulmak için Filistinlilerin birleşerek önderlik edeceği cesur bir vizyona ihtiyacı var. Berlin, Kore, Keşmir ve diğer yerlerden alınan dersler, barışın olmadığı bir durumun savaşın kendisinden daha tehlikeli olduğunu doğruluyor. Bu çıkmazı aşmak için Arapların trajedinin tanıkları olarak değil, yeni bir geleceğin mimarları olarak rollerini geri kazanmaları gerekiyor.
Son söz… Ne savaş kurtuluş getirdi ne de barış gerçek bir vaat sundu. Ancak birleşik Filistin iradesi, küllerin ardından yeni bir yaşamın anlamını yeniden biçimlendirebilir.