İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Batı, kendi krizini başkalarının bedeliyle çözüyor

Her gün uyandığınızda sizi geçmiş bir döneme aitmiş gibi hissettiren bir olay veya haberle karşılaştığınızda, on yıllarca yaşadığınız ve inandığınız kavramların artık geçerliliğini yitirdiğini gördüğünüzde nasıl hissediyorsunuz?

Milyonlarca, hatta on milyonlarca insan, şimdi benim gibi hayatımızın geçmiş döneminin bir serap olduğunun, bize aşılanan ideallerin, hayatımızın farklı aşamalarında öğrendiğimiz değerlerin, bir örümcek ağından daha zayıf olduğunun ayrımına varıyor.

Bugünlerde yaşadıklarımız korkunç. Ve daha da korkuncu, yakında bize vaat edilenler. Yarından itibaren, tüm özel verilerimiz en yeni yapay zeka modellerine açık hale geldiğinde, hiçbirimizin gizliliği ve mahremiyeti kalmayacak. Bizi gözetleyen ve kendi keyiflerine veya onları kendi çıkarlarına göre kontrol eden “istihbari-siyasi” kurumların keyiflerine göre manipüle eden bilgi “oligarşisi” için artık hiçbir tabu veya yasak kalmayacak.

Burada, seçilmemiş, küstah bir otoritenin karşısında çaresizce duruyoruz. Bu otorite fiilen kanunların üstünde yer alıyor ki kanunlar da artık sadece zayıf ve güçsüzlere veya her an keyfi tutuklama veya şüpheyle sınır dışı edilme tehdidi altında olan “yabancılara” uygulanıyor. Bu arada, adaleti korumakla görevli olduğu varsayılan iki güç de güçsüz veya kuşatma altında.

Bunların ilki, marjinalleştirilmiş, zayıflatılmış ve bütünlüğü sorgulanan yargıdır. Bazı demokratik ülkelerde parlamenter siyasi oylama yoluyla atanan yargıçlar, sadece boş kağıda imza atan birer yalancı şahide dönüştüler. Dürüst yargıçlar, aşırılıkçı, ırkçı güruhun kontrolsüz şiddeti karşısında ne kendilerini ne de ailelerini güvende hissetmiyorlar.

İkinci güç ve demokratik olarak tanımlanan ülkelerde sözde dördüncü güç olan medyaysa, tekelci satın alma anlaşmaları, düşünürleri, yazarları ve araştırmacıları üzerinde uygulanan baskıcı kontrol yoluyla ele geçirilmiş ve susturulmuş durumda. Ayrıca, deneyimli profesyonel gazetecilerin yerini alacak hazır bir alternatif olarak yapay zekânın kullanımı yoluyla şantaja maruz kalıyor ve devre dışı bırakılıyor.

Böylece, ne yargı artık bu ihlalleri durdurmak için harekete geçiyor, ne medya her zaman siyasi çıkmazların çatışmalara, çekişmelere ve şiddete dönüşmesini önleyen bir diyalog platformu ve hayati çıkış noktası olarak hizmet eden denetim rolünü yerine getiriyor.

İngiltere’de bu hafta, Londra'nın Gazze konusunda İsrail'i desteklemek için oynadığı siyasi ve askeri rollerin yanı sıra İşçi Partisi hükümetinin işgal altındaki Filistin'de yaşananlar için Likud tarzı terminoloji ve tanımları benimsemesiyle ilgili endişe verici haberler yayınlandı. Bu haberler aynı zamanda İngiltere'deki bazı göçmen topluluklarının geleceği için de endişe vericiydi.

Fransa, Hollanda ve Almanya'daki ırkçı sağ son yıllarda açıkça göçmen karşıtı politikalarını sürdürürken, Londra'da yayınlanan haberler, yıllar önce geliştirilen, milyonlarca vatandaşlığa kabul edilmiş kişiyi ve İngiltere’de ikamet eden göçmen kökenli kişileri vatandaşlıktan çıkarmayı veya  sınır dışı etmeyi amaçlayan planlar olduğuna işaret ediyor.

Bu planlar, 1997-2007 yılları arasında vatandaşlık ve oturma izinlerinin iptali gerekçelerini genişleten eski İşçi Partili Başbakan Tony Blair'in izlerini taşıyor. Sonuç olarak, özellikle İslam dünyasından ve üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçmen kökenli hiç kimse sınır dışı edilme konusunda güvende değil. Bunu daha da tehlikeli kılan, ırkçı sağın popülarite kazandığı ve iki geleneksel iktidar partisinin (Muhafazakarlar ve İşçi Partisi) taleplerini benimseyerek oylarını kazanmaya çalıştığı bir dönemde ortaya çıkmasıdır.

ABD'de de durum daha az endişe verici değil; Beyaz Saray, Güney ve Orta Amerika'yı fiilen ABD'nin “arka bahçesi” haline getiren Monroe Doktrini (1823) örtüsü altında Venezuela'ya karşı savaş çanlarını çalıyor.

Gerçekten de Washington, başlangıçta “uyuşturucu kaçakçılığını durdurma” bahanesini kullandıktan sonra, dünyanın en büyük kanıtlanmış petrol rezervlerine sahip Venezuela'nın işgali için geri sayımı başlattı.

Hatırlayacağımız üzere, Venezuela'nın işgaline yönelik hazırlıklar, ABD Başkanı Donald Trump'ın Kanada'nın ABD'ye katılmasını talep etmesinin, Grönland'ı (resmi olarak Danimarka'ya bağlı bir ada) işgal etmekle tehdit etmesinin ve şimdi de dört Avrupa ülkesini (İtalya, Macaristan, Polonya ve Avusturya) Avrupa Birliği'nden koparmaya çalışmasının ardından geldi.

Buna paralel olarak, “ekonomiyi kötü yönetme” bahanesiyle Venezuela'yı işgal etme ve solcu rejimini devirme gerekçeleri arasında, Başkan Trump Arjantin rejimine 40 milyar dolar destek vermeye karar verdi. Arjantin'in şu anda aşırı sağcı Javier Milei tarafından yönetildiğini ve cömert ABD desteği olmasaydı büyük bir seçim yenilgisiyle karşı karşıya kalacağını belirtmekte fayda var.

Ayrıca, Arjantin'e verilen bu milyarlarca dolarlık desteğin, kamuoyu yoklamalarında Trump'a destek oranlarındaki düşüşü yansıtan istatistikleri yayınlamakta yarışan Demokratlar ve liberallerden gelen Beyaz Saray'a yönelik artan iç eleştirilerle aynı zamana denk gelmesi de dikkat çekici.

Eski Ticaret Bakanı Robert Reich (1993-1997), neredeyse her gün yaptığı paylaşımlarda, azınlığın serveti ile vatandaşların büyük çoğunluğunun gelirleri arasındaki büyüyen uçuruma dikkat çekiyor. Son paylaşımlarından birinde, ekonominin yüzde 70'inin iç tüketim harcamalarına bağlı olduğunu, ancak servetin sadece yüzde 10’luk en zengin kesimin elinde yoğunlaşmasıyla, Amerikalıların geri kalanının artık ekonomiyi ayakta tutacak kadar yeterli miktarda satın alım yapamadığını belirtiyordu.

Amerikalı yetkililerin stratejik bir kaynak olan lityum açısından kilit önemde rezervlere sahip Şili, Bolivya ve Arjantin'i “önemli” olarak nitelendirmelerinin yanı sıra, Venezuela petrolünün Washington için önemi giderek daha da belirginleşiyor!

Elbette, tüm bunlar, göçü “Batı medeniyetine bir tehdit” olarak tanımlayan 2025 ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi'nin arka planında gerçekleşiyor.

Servetin birkaç kişinin elinde yoğunlaşmasıyla ilgili olarak, sol eğilimli Demokrat Senatör Bernie Sanders yakın zamanda, dünyanın en zengin milyarderlerinin servetlerinin Trump'ın yeniden seçilmesinden bu yana önemli ölçüde arttığını belirtti. Sanders'a göre, Elon Musk'ın (Tesla) serveti 187 milyar dolar, Larry Ellison'ın (Oracle) 78 milyar dolar, Jeff Bezos'un (Amazon) 36 milyar dolar ve Mark Zuckerberg'in (Meta) 25 milyar dolar artarken, Amerikalıların yüzde 60'ı gelirlerini taksitler halinde elde ediyor.

Ayrıca, yapay zekâ daha fazla kişinin işini kaybetmesine yol açtıkça, gıda ve konut maliyetleri de sürekli artıyor. Sağlık harcamalarına gelince, bu maliyetleri karşılayamadıkları için her yıl yaklaşık 530 bin Amerikalı iflas ederken, bu durum Avrupa ve diğer gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğunda neredeyse hiç görülmüyor.