Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Yasalar, beyanlar ve etik arasında

Siyasal, ekonomik ya da iklim kaynaklı her kriz; yıkım, yerinden edilme veya kıtlıkla sonuçlandığında, uluslararası komisyonlar, insani yardım kuruluşları ve imkân sahibi ülkelerdeki yardım kurumları ihtiyaçları karşılamak için adeta yarışa girerdi. Ne var ki son dönemde bu tablo değişti; bu kez komisyonlar, ajanslar ve kuruluşlar yardım yetersizliğinden yakınmaya başladı ve devletler ancak çağrılar yükseldiğinde harekete geçer oldu. Gazze, Sudan, Kongo ve daha birçok bölgede yaşananlar bunun somut örnekleri. Bu durum, insani ihtiyaçların karşılanmasında neden böylesine yaygın bir yetersizlik ortaya çıktığına dair soruları artırdı. Acaba krizlerin sayısı ve ölçeği geçmişe kıyasla olağanüstü biçimde mi arttı, yoksa krizler derinleşirken, imkân sahibi devletlerin Birleşmiş Milletler (BM) kurumlarına yaptığı bağışlar mı eş zamanlı olarak geriledi? Merhum Papa Franciscus, bu tabloyu ahlaki bir gerileme olarak görüyordu. Ona göre bu gerilemenin ilacı, yalnızca devletlerin ve yönetimlerin sorumluluğuna indirgenemez; dostluk, komşuluk, misafirperverlik ve genel sorumluluk geleneklerine geri dönülmesi gerekir. Bu yüzden inananlara, ahlaki yükümlülüklerini ve ‘altın kuralı’ hatırlatıyordu: ‘Kendin için istediğini kardeşin için de iste!’

Orta Çağ’da, sürekli ve acil ihtiyaçları karşılamak üzere çok sayıda vakıf ve manastır topluluğu kurulmuştu. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından sonra ortaya çıkan Kızılhaç ise savaş zamanlarında yardım için dinî ve sivil saikleri bir araya getiren ilk karma nitelikli kurumlardan biri sayılabilir. Yaklaşık bir asırdan uzun süredir de uluslararası alanda geniş mutabakatla kabul gören bir statüye sahip. Ancak yirminci yüzyıl boyunca, sadaka ve hayır anlayışının yerini giderek hak ve görev kavramları aldı. Papa Franciscus’un vurguladığı nokta ise yardım yükümlülüğünü yerine getirirken dini olanla insani olan arasında keskin bir ayrım yapmanın gereksizliğiydi. Zira dini motivasyon, çoğu zaman insani kırılganlığa, özellikle yaşlılara, çocuklara ve kadınlara yönelik bakım alanlarında, daha güçlü bir itici güç olagelmiştir. Papa, sözlerini şu çerçeveyle tamamlıyordu: “Burada bir üstünlük ya da tercih sıralaması sunmuyoruz; tecrübe ve uzmanlık sahipleriyle, manevi ve merhamet temelli bir coşku taşıyanlar arasında ortaklık ve tamamlayıcılık öneriyoruz.”

ABD’li hukuk felsefecisi John Rawls, 1971’de yayımlanan ‘Bir Adalet Teorisi’ (A Theory of Justice) adlı eserinde liberal devletin işlevlerini ele alırken, hayırseverliğin devletin temel görevlerinden biri olmadığını savunmuştu. Rawls’un amacı, dini devlet faaliyetlerinden dışlamak değildi; asıl kaygısı, ırk ayrımcılığı ve Vietnam Savaşı nedeniyle tepki içindeki Amerikan gençliği üzerinde, ahlaki boyutlar taşıyan sosyalist adalet anlayışının oluşturduğu meydan okumaydı. Bu yaklaşıma, aralarında Amartya Sen ve Alasdair MacIntyre’ın da bulunduğu pek çok düşünür itiraz etti. Onlara göre adalet, liberal devlette hukuki yönünün baskın hâle gelmesiyle cazibesini yitirmişti. Adaletin ahlaki boyutu ise hukukun içinden geçen ama onun üzerinde kalan bağdır. Michael Sandel’e göre de adalet, ancak bu ahlaki boyut hem devlet yönetiminde hem de onun dışında etkin olduğunda tamamlanmış sayılabilir.

Sorun, Katolik ilahiyatçı Hans Küng’ün şu tespitiyle daha da karmaşık bir hâl aldı: Dinlerin ahlak üzerindeki güçlü etkisini kabul etsek bile, büyük dinler arasında ortak ve tam bir ahlaki mutabakat bulunmamaktadır. Bu nedenle Küng, dünyada barışın ancak dinler arası barışla mümkün olacağını; dinler arası barışın da ahlaki uzlaşıya götüren bir diyalogla sağlanabileceğini savundu. Bu uzlaşının temelinde ise İbrahimî dinlerde ortak olan ‘altın kural’ yer alır: ‘Kendin için istediğini kardeşin için de iste.’

Bu çerçevede merhamet ahlakı ve insani yardım ahlakı öne çıkarak bir üçgenin kenarlarını oluşturmaya başladı: ‘uluslararası komisyonlar ve ajanslar, insani yardım kuruluşları ve dini kimlik taşıyan iş birliği ağları’. Ancak zamanla dördüncü bir kenar daha eklendi: ‘imkân sahibi devletler’. Bu devletler, bazen söz konusu üç yapı üzerinden, bazen de doğrudan müdahil olarak çalışan yardım mekanizmaları kurdular.

Peki, çevresel felaketlerin, göç krizlerinin ve siyasal-stratejik bunalımların yol açtığı insani sorunlarla başa çıkma kapasitesi gerçekten arttı mı? Uzmanlara göre gönüllülük ve inisiyatif alma davranışlarında bir artış yaşandı. Ancak yeni dengesizliğin en belirgin yönü, çevre kirliliğinin önlenmesine yönelik kapasitenin zayıflaması ile siyasal ve stratejik krizlerde arabuluculuk ve uzlaşma imkânlarının gerilemesi oldu. Her iki gelişme de felaketlerin şiddetinin artmasına yol açtı ve açmaya devam ediyor. Buna, göç ve sığınma sorunlarının neredeyse efsanevi boyutlara ulaşması da eklendi.

Bugün Gazze, Sudan ve Ukrayna’da yaşananlar; yol açtıkları ve derinleştirdikleri ağır insani sonuçlarla karşımızda duruyor. Bu tabloya, uluslararası örgütlerin hem önleyici müdahale hem de krizlere doğrudan müdahale kapasitesindeki gerileme ile arabuluculuk ve uzlaşma yeteneklerindeki zayıflama ortak payda olarak eşlik ediyor. Bu durum, yeni Papa 14. Leo’yu da selefi gibi, insan vicdanının artık taşıyamayacağı küresel bir ahlaki krizden söz etmeye sevk etti!

Son dönemde imkân sahibi devletlerin doğal ve insani krizlere müdahale çabaları belirgin biçimde arttı. Ancak hâlâ ihtiyaç duyulan şey, uluslararası ajansların daha güçlü ve etkili biçimde yeniden sahaya dönmesi ve aynı zamanda arabuluculuk ve uzlaşma kapasitesine sahip aktörlerin yeniden devreye girmesi. Bu, ister felaketlerin önlenmesi ister kriz ve çatışmalar sonrasında barışın yeniden tesis edilmesi açısından olsun, ertelenemez bir gereklilik olarak önümüzde duruyor.